Welcome to Edebi Medeniyet : Ebedi Medeniyet   Hoparlörü tıklayıp seçtiğiniz alanı dinleyebilirsiniz Welcome to Edebi Medeniyet : Ebedi Medeniyet Powered By GSpeech
Edebi Medeniyet 
Ebedi Medeniyet
Metin SAVAŞ">
(Okuma süresi: 5 - 10 dakika)
Bunu okudun 0%

ilkel topluluklar

ilkel topluluklar
İlkel topluluklar dönemi milyonlarca yıl handiyse hiç değişmeden tekdüze bir şekilde akıp gitti. Bu milyonlarca yıllık tekdüzeliğin insan psikolojisine etkileri acaba nasıl olmuştur?

Ben şimdi burada bunu, hem romancı hassasiyetiyle hem de herkes gibi bir insan olmamın güdüleri ile anlayıp çözmeye gayret edeceğim. Şunu unutmayalım ki bir milyon yıl önceki insan da şimdiki insan da aynı mayanın hamurudur.

Akıp giden çağların getirdiği değişmeler o aynı mayayı bozmuyor. Bir milyon yıl önceki insan da bugünkü insan gibi gülüyor, ağlıyor, öfkeleniyor ve deliriyordu. Bunun başka türlü olabileceğine ihtimal verilemez. 21. Yüzyıldaki bir insan öfkeye kapılıp da eline geçirdiği sopayla hasmının üstüne nasıl yürüyorsa bir milyon yıl önceki insan da sopayı aynı davranışlarla kavrayıp aynı öfkeyle hedefine saplanıyordu. Davranışlarımız değişmemiştir. Aynı genleri taşıyoruz ve keşke mümkün olsaydı da atalarımızın izini nüfus kayıtlarına bakarcasına sürüp örneğin ben bir milyon yıl önceki dedemi saptayabilseydim. Bu romantik ama saçma olmayan bir hayaldir.

Tabii şu da var ki, bir milyon yıl önceki atamın kimliğini öğrenmemin pratikte bana ne faydası dokunacaktır? Belki yalnızca merakımı gidermiş olacağım. Çünkü insan meraklıdır. Hayvanların meraklanmalarından farklı bir meraktır bu. Bilim ve kültür ve uygarlık bu meraklanmalarla ortaya çıkmıştır. Genlerimiz melezleşmeler yoluyla değişse bile insanlığımız değişmiyor. Birbirine karışan genlerin her biri insan genleridir. Bu nedenle insan daima insandır. İnsan-öncesi insanımsılardan söz edilecekse, insan genlerinin köklerini konuşuyor oluruz, yani yine birbirlerinin devamı olan genlerin dışına çıkmamış oluyoruz. Gelecekte farklı gezegenlerdeki zeki varlıklarla insan varlığının melezleşeceğini ve böylelikle de dünya dışı genlerle dünya genlerinin buluşup karışacağını düşleyebiliriz. Ve hatta çok eski zamanlarda başka gezegenlerden gelenlerin bu dünya insanlarıyla çiftleşip değişik ırklar ortaya çıkardıklarını da hayal edebiliriz. İnsan zihni her türden düşünceye ve her türden düşe açıktır. Dünyamızda şimdiki ırkların daha önceki ırkların karışımıyla biçimlendiği de muhakkaktır. Amerika yerlileri ezelden beri Amerika’da değillerdi. Avrupa kavimleri Avrupa topraklarında oluşmuşlardır ama onların hem Avrupa’da hem Avrupa dışında kökleri vardır. Kavimler Göçü bunun kanıtıdır. Türkler için de aynı durum söz konusudur. Türklerle diğer kavimlerin ortak atalarını dünyanın pek çok yerinde keşfedebiliriz. Türkiye’den bir Türk yolculuğa çıktığında Japonya’da veya Arjantin’de kendisine fiziken çok benzeyen birini tesadüfen görebilir. Belki fiziken değil ama karakter olarak birbirlerine çok benzediklerinin farkına varacaklardır. Bütün bu benzerlikler o Arjantinlinin, o Japon’un, o Türk’ün ortak genler taşımalarından ötürüdür; o ortak genlerse insanlık genleridir. Arjantinli, Japon ve Türk belki de bir milyon yıl önceki bir ailenin ya da topluluğun soyundan inmişlerdir. Oysaki bir milyon yıl önceki o aile İspanyolca, Japonca, Türkçe konuşmuyordu. Belki konuşmayı bile bilmiyordu. Konuşmayı bildiklerini varsayalım. Bu bir milyon yıl önceki ailenin konuştuğu dil ya da çıkardıkları iletişim sesleri bir milyon yıl sonraki İspanyolca’nın, Japonca’nın, Türkçe’nin çekirdeğidir. Dil genetiği ile beden genetiği aynı şey olmamakla birlikte dilin de bedenin de kendine özgü kökleri vardır. Hiçbiri pıtrak gibi yerden bitmiyor.

Benim akrabalarımın bir kısmı artık Alman vatandaşıdırlar. Bu akrabalarım belki kuşaklar boyu Türkçeyi unutmayacaklar, ama belki de birkaç kuşak sonra Türkçeyi unutarak, Türk köklerini aile içi söylencelerle kırık dökük hatırlayarak Alman kültürü içinde eriyecekler. Belki birkaç bin yıl sonra Türkiye’deki bir akrabamla Almanya’daki bir akrabam herhangi bir yerde karşılaştıklarında birbirlerine neden bu kadar çok benzediklerini merak edecekler. Kumanların bir kısmı bugün artık Slavlaşmış durumdadır. Kumanların bir kısmı Türkiye’de soylarını Türkiye Türk’ü olarak sürdürüyor. Rus bir aile ile Türk bir aile bugün tesadüfen buluştuklarında anlam veremedikleri bir sıcaklık hissedebilirler. Birkaç bin yıl önce Çinlileşmiş Türk aileler var. Selçuklular döneminde Avrupalı paralı askerler Türkiye saflarında yer almışlardı. Bu paralı askerler Anadolu’da çoluk çocuğa karışarak Türkleşmiş olabilirler. Sırf bu nedenle Anadolu’daki bir aile ile Galya’daki bir aile arasında bin yıl öncesine dayanan unutulmuş akrabalık bağları bulunabilir. Anadolu’ya yerleşen Moğollar Türkleştiler. Türkiye’nin en batısındaki bir aile ile Moğolistan’ın en doğusundaki bir aile belki de akrabadır. Ben Anadolu’nun en batısında doğdum. Elli yaşımdan sonra ömrümde ilk kez Şanlıurfa’ya gittiğimde dağ başındaki bir köyde yaşayan akrabalarımı buldum. Birbirimizden aşağı yukarı sekiz yüzyıl önce kopmuştuk fakat aşiret adı değişmediği için birbirimizi tanımamız zor olmamıştı. Dağ köyünde ağırlandığım evin en yaşlı kadını Kürtçe konuşuyor, Türkçe bilmiyordu. Bu yaşlı kadının fotoğrafını çektim ve evime döndüğümde anneme göstererek “Bu kadın kimdir?” diye sorduğumda annem Türkçe bilmeyen o yaşlı kadını kendi büyükannesine benzetmişti. Tıpkı bunun gibi, bin yıl sonra benim soyumdan birisi Almanya’ya gittiğinde belki tek kelime Türkçe bilmeyen bir Alman kadınını Türkiye’deki büyükannesine çok benzetecektir. İnsanlık tarihi milyonlarca yıl boyunca hep böyle karışmalara sahne olmuştur.

Şimdiki insanlığın atalarının birkaç milyon yıl tekdüze, hiç değişmemiş bir hayat sürdüklerini bilim adamları söylüyor. Onların alışa geldikleri yaşantılarını bozmayan çok çok hafif bir değişim söz konusu edilebilir olsa olsa. Peki ya milyon yıl süresince hep aynı hayatı sürmek nasıl bir şeydir? Biz bugünümüzde korona virüsü salgını nedeniyle kısıtlamalara uğradık, evlerimize kapatıldık ve yaklaşık bir buçuk yıl tekdüze yaşamak zorunda kaldık. Olağan hayatlarımızın tekdüzeliğinden çok farklı bir tekdüzeliğe iteklendik. Sıkıldık, bunaldık, bir cendereye sıkışıtırıldık. Şimdi çok kimse şöyle diyor: “Bir buçuk yılımızda yaşamadık.” Bizim bu tekdüze bir buçuk yılımızın bir milyon yıla yayıldığını düşünün!

Fakat insanoğlu yaşıyor. Her koşulda yaşamayı başarıyor. Bazı türler, bazı ırklar, bazı kavimler tarihte ve tarih-öncesinde yok olmuşlardır. Yine de yok olanların bir bölüğü homosapiens dediğimiz türün içine katılarak ayakta kalabilmişlerdir. Biz burada, bu yazımızda türleri değil, insanın milyon yıl boyunca aynı yaşamı sürmesinin nasıl bir şey olduğunu kavramaya çabalıyoruz. Atalarımız milyon yıl boyunca aynı hayatı sürmekten sıkılmışlar mıydı? Yanıtımız hayır olacaktır. Çünkü o atalarımız kendi hayatlarının dışında, kendi hayatlarından farklı bir yaşantıyı bilmiyorlardı ve tasavvur edemezlerdi. Bunu şöyle izah edelim: Güneşin yedi rengi vardır diyoruz. Sekizinci renk nasıldır diye sorsak buna kimse cevap veremez. Çünkü var olmayan ya da bilmediğimiz bir şeyi tahayyül edemeyiz. Tahayyül edebildiklerimiz ise bizim kendi gerçekliklerimizden türettiklerimizdir. Yıldız Savaşları senaryosunu kurgulayanlar bizim dünyamızın gerçekliklerini örnek almışlardır. Yıldız Savaşları kurgusunda uzay krallıkları, uzay savaşçıları vesaireler vardır ki krallıklar ve savaşlar vesaireler hep bizim dünyamızın gerçeklikleridir. Tarih-öncesi insanlar işte böylece, kendi hayatları dışındaki hayatları bilmediklerinden ötürü, kendi hayatlarını olağan gördüklerinden dolayı, sıkılmıyorlardı. Onları sıkan şeyler insanlığın bilinen ve bugün de geçerli olan sıkıntılarından ibaretti. Şunu demeye çalışıyorum: Tarih-öncesi insanlar ne sanayi devrimini bekliyorlardı ne de bilim-kurgu düşleri vardı. Ama onların da hayal güçleri ve hayal dünyaları yok muydu? İşte onların hayal güçleri mitlerdi. Onların muhayyel dünyaları mitolojiydi. Onlar gündelik yaşantılarından kaçmak istediklerinde mitlere sığınıyorlardı. Bizim bugün sinemalara, romanlara, tiyatrolara, sosyal medyalara sığındığımız gibi.

Yeni zamanların insanları olarak bizler sayısız iletişim olanaklarına sahibiz. Tek tek saymaya gerek yok. Ortaçağ’ın da kendine göre az çok iletişim olanakları vardı. Bilhassa gezginler ve kervan tüccarları, bir de başka ülkelere tahsil görmeye gidenler ve orduların seferleri bilgi alışverişini sağlıyordu. Kavimler Göçü de kültürler ile medeniyetler arasındaki kaynaşmalara çok önemli katkılar yapıyordu. 21. Yüzyıl’dan geriye doğru inildikçe iletişim olanaklarının daraldığını söylemeye bile hacet yok. Sırasıyla geriye doğru; uygar toplumlar, ilkel topluluktan uygar topluma geçiş ve ilkel topluluklar biçiminde düşünürsek karşılıklı ilişkilerin daralmasındaki boyutu tasavvur edebiliriz. Bunun böyle olduğunu düşündüğümüzde insanlığın ufkunun geriye doğru ne kerte daralacağını hesaplamak pek fazla güçleşmiyor. Başka başka hayatların var olduğunu bilmeyen bir topluluk kendindeki hayat tarzından şikayet etmeyi de bilmeyecektir. Onun yaşadığı hayat onun doğal hayatıdır. Birkaç milyon yıl boyunca insanlık işte böylece (ve kendince) doğal bir hayat sürmüştür. Bu doğal hayatın dışına çıkmak ufkuna (iradesine, tutkusuna) kavuşabilmesi içinse yaşamakta olduğu hayatın aşılabileceğini ya da değiştirilebileceğini fark etmesi gerekmektedir. Birkaç milyon yıl hiçbir fark ediş belirmemiştir. Tanrılar onlara bu tekdüze hayatı vermiştir ve onlar da tekdüze hayatlarını doğal görmüşlerdir. Ufkun ötesini göremedikçe ufkun berisinde kalmak zorunludur.

Alman iktisat tarihçisi ve sosyolog Werner Sombart kapitalizm öncesi insanın zihinsel enerjisinin yetersiz kaldığını, bir de iradelerinin yetersiz olduğunu söylüyor ve bunun doğal insanlardaki gelenekçi tavırdan kaynaklandığını savlıyor. Sombart meseleye iktisatçı kafasıyla bakarken bu durumu ‘ampirizm ve gelenekçilik’ olarak adlandırıyor: “Ampirik ya da gelenekçi ekonomi demek yalnızca size verilmiş olandan yararlanmak, öğrenilmiş olanı uygulamak, alışık olunanı yapmak demektir. Bu insanların kendilerine bir proje, bir kural sunulduğunda önce geleceğe yönelik bir şekilde bu projenin neyi amaçladığı, nasıl bir yarar sağlayacağı gibi sorular sormak yerine geçmişte bu projenin benzerleri, örnekleri ve deneyim sahibi olunup olunmadığıyla ilgilendikleri görülmektedir.”[1]

Sombart bu saptamayı kapitalizm öncesi Avrupa ile sınırlı tutmayarak bütün insanlığa yayıyor. Gerçekten de insanlık hep geçmişe bakarak birkaç milyon yıl aynı veya durağan bir yaşantıya kendisini kapatmıştır. Çünkü geçmiş kutsaldır. İnsanlığa verilen hayat tek örnektir, dokunulmazdır, sorgulanamazdır. Bu verili hayatın kaynağı tanrılardır, atalardır, töredir. Töreyi bozmaksa kaostur. Töre tabudur. Milyon yıl hiç değişmeyen bu hayat kutsal alışkanlıkların eseridir. Alışkanlıkların dışına taşmaksa çok zordur. Ki zaten milyon yıl süren alışkanlıkların dışına taşıldığında artık ilkel toplumdan uygar topluma geçiş başlamış demektir. Geçişler çoğaldıkça doğadan kopuş da çoğalır ya da hızlanır. Buradaki hızlanışları 21. Yüzyıl’ın hızıyla karıştırmamız doğru olmaz. 20. Yüzyıl’dan 21. Yüzyıl’a bizim dedelerimiz radyoyla tanıştılar, babalarımız televizyonu gördüler, çocuklarımız ise bilgisayarla buluştular. Daha öncelerdeki değişmeler bu derece hızlı olmuyordu ve çok fazla ağır seyrediyordu. Bu itibarla da bizim ruh hallerimizle bir milyon yıl önceki atalarımızın ruh halleri arasında dağlar kadar fark bulunacağını söylememiz gayet makuldür.

“Bir milyon yıl önceki insan da şimdiki insan da aynı mayanın hamurudur, akıp giden çağların getirdiği değişmeler o aynı mayayı bozmuyor,” demiş olmamızın peşi sıra “bizim ruh hallerimizle bir milyon yıl önceki atalarımızın ruh halleri arasında dağlar kadar fark vardır” dememiz bir çelişki değildir. Hamurdan-mayadan kasıt insan doğasının özünün değişmediğidir. Değişen bir şey varsa o da zihniyettir. Çağlara, topluluk içindeki konumlara, coğrafyalara göre insan davranışlarında farklılaşmalar bulunduğunu göz önüne alırsak, öz’ün yorumlanmasındaki farklara zihniyet diyebiliriz sanırım.

Modern bilim homo’nun en az üç önemli türü bulunduğunu kabul ediyor. Bunlar evrimdeki sırasıyla habilis, erectus ve sapiens’tir. İnsanın açık seçik konuşması için gerekli fiziksel nitelikler günümüzden 1,6 milyon yıl öncesi ile 400.000 yıl öncesi arası dönemde hızlı bir şekilde gelişmiştir. Nöral yolların konuşmaya elverişli bulunması tek başına yeterli olmuyor. Hançere gibi fiziksel organların da şekillenmesi gerekiyor.[2] Bunun böyle olması insan öz’ünü geçmişten geleceğe değiştirir mi? Konuşan insan muhteristir. Henüz konuşmaya başlamamış insanın kıskançlık duygusuna sahip bulunmadığını söyleyebilir miyiz? İnsan duyguları konuşmayla başlamıştır dersek konuşamayan insanın duygusuz olduğunu söylemek zorunda kalırız. Oysaki konuşamayan hayvanların da duyguları vardır. Henüz konuşmaya başlamamış bir insan topluluğunun şefini hayal edelim. Bu şef aşağı yukarı şimdiki şefler gibidir. Bir şef uzun süre şeflikte kalırsa, insan doğası ya da içgüdüler nedeniyle, firavunlaşmaya meyledecektir. Demokratik ülkelerde devlet başkanlığı süresinin kısıtlı olmasının nedeni budur. Eski Mısır’ın devlet başkanları nasıl ki tanrılaşma eğilimi besliyor idiyseler modern zamanların devlet başkanları da tanrılaşma eğilimine sahiptirler. Tek başına bu örnek bile aradaki milyon yıllık farka rağmen insan doğasının ve insani duyguların değişmediğinin göstergesidir. Mitlerdeki tanrıların ve tanrıçaların başlangıçta birer şef niteliğinde bulundukları ve belleklere kazınarak kutsal varlıklar haline dönüştükleri muhakkaktır. Mitleri doğuran unsurlardan biri de işte bu belleklere kazınmış şeflerin yapıp ettikleridir.

Daha açık ifade edersek; daha fazla evrimleşmiş olan sapiens’in duyguları kendinden önceki erectus ve ondan önceki habilis’te de bulunuyordu. İlle de farklılaşma gözeteceksek bu farkı kurumsallaşmada arayabiliriz. Uygarlık doğup ilerledikçe kurumsallaşma da ortaya çıkıyor. Sümerlerin tapınakları vardı. Modern insanın da türlü türlü tapınakları var. Bu tapınaklar inşa edilmiş tapınaklardır. İlkel insanların ya da doğanın içinde yaşayan insanların tapınakları ise dağ başları gibi, mağaralar gibi doğal tapınaklardı. Dağ başına üç kutsal taş dikmekle kurumsallaşma sağlanamaz. Şu halde bir milyon yıl önceki şefin tanrılaşması kurumsal değildi fakat Mısır şefinin firavunlaşması kurumsal idi. İşte bunun içindir ki tarih-öncesi şeflerin hikâyelerini söylencelerden, tarihî şeflerin hikâyelerini ise logografik gibi, alfabetik gibi yazılı metinlerden öğreniyoruz.

Biz bir önceki yazımızda melezleşmenin getirdiği değişmelere dokunmuştuk. Bu yazımızda ise ilkel insandan modern insana duyguların değişmediği savına değindik.

Metin Savaş

[1] Werner Sombart, Burjuva (Modern Ekonomi Dönemine Ait İnsanın Ahlâki ve Entelektüel Tarihine Katkı), sayfa 33, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2020

[2] Steven Roger Fischer, Dilin Tarihi, sayfa 30, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2013

Comments powered by CComment

About the Author

Metin SAVAŞ

More articles from this author

“NEVÂÎ TARZI”NDA KUŞLARLA YOLCULUK
Aşkın lisanıdır kuş dili. Manayı gizlemek için aşksızlardan, kuşlarda sır olmuştur. Yedi gök altında, yedi deniz üstünde yedi vadiyi aşmak ve Kaf dağına ulaşmak için çırpınanların dilidir. Peki bu maceraya “talip” olan kuşların içinde hangisidir ruhumuz? Ten kafesimizin içindeki can kuşu; talibi...
TARİH GEZGİNİ-24: GASPIRALI’NIN GÖZÜYLE “YENİ YIL BAYRAMI”
Yılbaşını bilmem ama her yılın sonunda çocukluğumdan beri süregelen “Yılbaşı kutlanmalı mı, kutlanmamalı mı?” tartışmalarının ülkemizde bir gelenek hâline geldiğini söyleyebilirim. Şayet Gaspıralı İsmail Bey’e kulak vereceksek bu tartışmanın bir tarafı olmaktan ziyade -evvela- bütün ön...
OKYANUSTAN GELEN SES
Bir pazartesi  günüydü. Dersteydim. Planlamış olduğum konser repertuarımın eserlerinden  birini  seslendiriyorduk. Makam Rast idi . 
BURSA’DA BEN: ÇOCUK NARKİSSOS ve YAŞLIı DİONYSOS
Bursa’nın, benim çocukluğuma bellek mekânı olarak yerleşmesinin tarihi, 1940’lardır. 1939’da babam Yahya Hikmet Yavuz’un, Orhangazi kaymakamlığına atandığında üç yaşımı yeni sürüyordum. Bütün bir İkinci Dünya Savaşı boyunca orada kaldığımız için, evin ‘dışarısı’ olarak tanıdığım ilk mekân,...
KÖYÜMDEN... GÖNLÜMDEN... (Aşık Cemal Divani)
Aşık Cemal Divani. Cemal Divani Erzurum'lu. Oltu'nun Duralar Köyünden. Köylüsü Aşık Mevlüt İhsani'nin çırağı. Cemal Divani günümüzün en iyi aşıklarından birisi. Aşıklar için şöyle diyor;
DERYÂYI SİM İÇİNDE ZÜMRÜT GERDANLIK
Bâb-ı Hümâyun… Sultan Üçüncü Ahmet Hân, güzel yüzünü ve mercan mevceli gözlerini annesi Râbia Gülnûş Emetullah Sultan’dan mı almış? Öyle olmasa ikindi güneşinin bu solgun saatinde varlığın orta yerinde dehrin gözleri gibi parlar mı bu çeşme? Asırlardır ebediyete akan bu sebil,...
prev
next

Dünya da bundan şikâyetçi ama bizdeki ilmî yayınların Türkçesi tamâmiyle anlaşılmaz bir dile dönüştü. Köprülü’nün yazdıklarını bir edebiyat metni gibi okurduk. Hilmi Ziyâ Ülken’i ağır felsefe konularına rağmen ortalama bir aydın anlayarak okurdu. Onu bırakın bir teknik sâha ilim adamının dili de anlaşılırdı. Teknik Üniversite hocaları da güzel Türkçe yazarlardı

Osmanlı şairlerinin en büyük övünçlerinden biri hiç kuşkusuz “sâhib-dîvân” olmaktı. Çoğu Osmanlı şairi henüz hayatta iken şiirlerini divan hâline getirir ve mültefit olmak üzere divanını dönemin padişahına sunardı. Bazılarının şiirleri, öldükten sonra başkaları tarafından toplanıp divan hâline getirilirdi. Bazı şairlerin ise -özellikle rintmeşrep olanların- “sâhib-dîvân” olma gibi tutkuları yoktu. 16. yüzyıl şairlerinden Kalkandelenli Fakîrî böyle bir şairdi.

Müzik gibi insan duygu, düşünce ve tecrübelerinden beslenen; insana dâir ne varsa, tamâmına nağmelerden hil’at giydiren; buna mukabil ulaştığı repertuarla da geri dönüp, âdetâ insanı yeniden yaratan bir saha üzerine konuşuyor ve yazıyorsanız, söze binbir türlü başlangıç, binbir türlü hikâye, binbir türlü final yakıştırmakta zorlanmazsınız. Hele eğer müzikle insan arasındaki alışveriş konusunda Türk toplumu gibi son derece zengin bir tarihî ve kültürel mirasın vârisi bir toplumda iseniz, âdetâ...

Elias Canetti, Kurtarılmış Dil adlı yapıtında, “Hiç kimsenin ardında bir şey bulunduğunu aklına getirmediği bir kapı ansızın ardına dek açılıverir ve insan kendini her şeyin yeni bir ad taşıdığı, uzaklara, daha uzaklara, ta sonsuza kadar uzanan bir manzaranın ortasında, o manzaranın ışığı altında buluverir” derken, varlığın Heideggervari bir tasvirini yapar. Oysa hayat hiçbir zaman bütün öykülerini yitirmiş, bütün kapılarını kapatmış bir oyun değildir. Buna rağmen bazıları erken büyüyor. Ne...

Halil Lütfî Dördüncü... İstanbul "Bab-ı âli'sinin ve Türk basının en renkli simalarından biri... 1953-54 yıllarında, İstanbul Gazetecilik Yüksek Okulunda, Basın Tekniği ve İncelemeleri dersimize gelirdi. O dönemde, diğer hocalarımız Burhan Toprak, Murat Uraz, Ziya Somar, Fehmi Yahya Tuna ve Hakkı Tarık Us gibi edip ve şahsiyetlerle birlikte Halil Lütfî Bey'den de çok şeyler öğrenmiştik. Halil Lütfî Bey, basın mesleğindeki bilgi ve tecrübeleriyle olduğu kadar, espirileri ve özellikle "cimn'liği...

Otobüs perona yaklaşıyordu. Karar çoktan alınmış, bilet kesilmişti. Eşim inanmaz gözlerle gözlerime baktı; kaygılı bir tonla “Gerçekten gidiyor musun? ” diye sordu. Yolculuk boyunca kurduğum hayaller sayesinde zaman çabuk geçti. Zaten yollar hiçbir zaman büyümemişti gözümde. İzmir akşamında körfezden gelen tatlı bir esinti sarıldı ruhuma. Geç saatlere kadar hasret giderdim denizle. Huzurluydum.

Merhaba yetmiş yaşım. Dante’ye göre yolun sonuna gelmişimdir. Ömrünün en güzel yıllarını ‘boş işlerle uğraşma’ diyen bir adam için harcadım. Özür dilerim. O üçlü koltukta uyudu. Ben de omzuma şalımı alıp oturdum, soğuk gecelerde. İstediğim bu değildi emin olabilirsin. Çok bir şey de istemedim aslında. Çayıma yandaş aradım da bulduğumu sanmışım. Yaşamak istediğim aşkı hep hayallerimde yaşattım. Zararın neresinden dönersen kardır derler ama ben hiç kara geçemedim.

İnsanlık tarihinde görülen siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik vb. olaylara bağlı değişimler, birtakım düşünce ve sanat adamlarını bir araya getirmiştir. Ortak anlayışla hareket eden bu insanlar, değişen toplumun düşünce ve sanat anlayışını şekillendirmiş ve ifade etmiştir. Batı düşünce, edebiyat ve sanatındaki gelişmelerin temelinde eski Yunan ve Latin edebiyatı, hümanizm ve Rönesans vardır. Çoğunlukla felsefi bir düşünceden beslenen sanat görüşlerinin resim, müzik, mimari, edebiyat gibi...

MUSTAFA REŞİD PAŞA İÇİN KASİDE 1. Gelelim zât-ı Reşid'in şerefi mebhasine Söz mü var devleti ihyâya olan meb'asine 2. Şensin ol fahr-ı cihân-ı medeniyet ki hemân Ahdini vakt-i saâdet bilir ebnâ-yı zaman 3. Ne aceb nâtık-ı icâz-ı hikemdir dehenin Âyet-i beyyinedir âleme her bir sühanın 4. Sadr-ı millette vücûdun ulu bir mucizedir Bunu fehmeylemeyen müdrike-i âcizedir 5. Adi ü ihsanını ölçüp biçemez Nevvton'lar Akl u irfâmnı derk eyleyemez Eflâtun'lar

Eskişehir'den çıkarken radyoda bir türkü çalınıyordu; "Kaleden iniş m'olur, Ham demir gümüş m'olur, Evvelden ikrar verip Sabaha dönüş m'olur..." Sonra bir başka türkü, "Evvelim sen oldun, ahirim sensin.." Ve biz bir araba ile kırk beş senelik gönül arkadaşlarıyla, gönül ziyaretleri yapmaya gidiyorduk. Gitmediğin yer vatan değildi. Hatıralar da vatandı. Gittiğimiz yerler adım adım, yol yol biliniyordu. Şu yol şuraya giderdi mesela. Şu yoldan şuraya gitmiştik. Şu köy falanın köyü.

GAZEL 1 Gerçek hadîs imiş bu ki hûbun vefâsı yoh Kim sevdi hûbı kim didi hûbun cefâsı yoh Aşkun belâsı yoh diyüben aşka düşme kim Kim âşık oldı kim didi aşkun belâsı yoh Anun ki hacc-ı ekberi ey cân sen olmadun Beytü’l-Harâma varmamış anun Safâsı yoh Şeytândur ol ki sûretine kılmadı sücûd Bir renc ü derde düşdi ki hergiz devâsı yoh Ol cân ki senden özge taleb itmedi murâd Hecründe yahmağun anı her dem revâsı yoh

Anonim kıssayı duymuşsunuzdur: “Adam kör olur, derdine deva arar; bulamaz. Devir uleması, son çarenin dertsiz bir adam bularak gömleğinin göze sürülmesi olduğunu söyler. Adam, dertsiz adam da bulamaz. Tam umudunu kesmişken bir dağda bir çobanı tarif ederler. Çobanı bulur. Derdinin olup olmadığını sorar. Çoban gururla şükreder, derdinin olmadığını söyler. Hasta adam, derdini anlatıp devanın yalnız kendisinde olduğunu belirterek hemen gömleğini ister. Çoban, çok rahat, gömleğinin olmadığını...

Kırmızı Kitaplar

Ötüken Yış
GÜNEŞLİ BİR NÎSAN GÜNÜ
Turgut GÜLER
Türk Felsefesi
Kırmızı Yazılar
GÜN BATIMI
ERMENİ TEHCİRİ SIRASINDA SAĞLIK SORUNLARINA KARŞI ALINAN TEDİRLER VE UYGULAMALAR
GURBET YOLU

Yayınlar

TÜRK EDEBİYATINDA ANLAMIN MERTEBELERİ KAVRAMLAR-EDEBÎ TÜRLER-BAZI ESERLER Bu araştırmanın en önemli amaçlarından biri edebî eserin dünyasına girmeye mâni olan endişelerden mümkün olduğu kadar uzak bir şekilde onların günümüze taşıdığı mesajı anlamaya çalışmaktır.
Gönlümden... Ufuklar Ardı Bizim Babamın ezberinde bir çok şiir vardı. Okuduğu güzel sözleri, şiirleri, kıssaları hemen kısa kısa not ederdi. Bir...
Şeyh Edebâlî’nin Osman Gâzî Beğ’in Düşünü Yormasıdır:  “Kara Osman Beğ’imizin atası hörmetli Ertuğrul Gâzî, geçen gün yanına Dursun Fakı ile Samsa...
Yazar         : Prof. Dr. Emine YENİTERZİ Yayınevi        : Selçuklu Belediyesi...
e – KİTAP Yazar : Suzan ÇATALOLUK Sayfa sayısı :139Yayın Numarası: 20e - Yayın Numarası: 6Hikaye serisi : 3Yayın Tarihi: Kasım...
Avrupa Birliği çerçevesi içinde oluşturulmaya çalışılan “Avrupalı kimliği” bir inşa çalışmasıdır. Kuzeydoğuda Ruslar Avrasyacılık ile başat iradenin Ruslardan...

Biyografi

Menâkıb-ı Mustafa Safî müellifi Derviş İbrahim Hilmî Bey’in kendisinden üç yaş küçük olan kardeşi Muhammed Zühdî Bey, Boluludur ve Mudurnulu Halil Rahmî Efendi’nin halifelerindendir. Kendilerinin doğum tarihi bilinmemektedir. Mezarında H. 1276 (M. 1859) senesinde vefat ettiği kayıtlıdır. Bugün...
Yahya Kemal Beyatlı, kendi kuşağına ve daha sonraki kuşaklara mensup birçok şairi yazarı ve kültür adamını etkilemiş bir şairdir. Onun meydana getirdiği etki...
Makedon isyancılar Cemile'nin annesini, babasını katlediyor. Henüz beş yaşındaki Cemile'yi de süngülemişler, öldü diye bırakmışlar. Saatler sonra Osmanlı...
Sanatçı ve Devlet Adamı Gece on buçuk sularında kapısı çalınıyor Alaeddin Bey'in, kapıda polisler. Cumhurbaşkanı Celal Bayar hanım öğretmenler için...
Alaeddin Bey 19 Kasım 1994 de Harbiye Kültür Konser Salonunda hicaz bir şarkı okuyor. "Kimseyi böyle perîşân etme Allâh'ım yeter, Uyku tutmaz, bir...
Alaeddin Yavaşça 1945 yılında İstanbul Erkek Lisesini birincilikle bitirir ve tıp fakültesi imtihanlarını kazanır, tıp tahsiline başlar. Son sınıfta...

Şiir

Geçen ay, kitabevlerinin raflarında kendine has kokusuyla, rengiyle, sesiyle arzı endam eden bir şiir kitabı; baharın kelebekleri, portakal çiçekleri, Arap bülbülleri gibi Çukurova’ya inip bizim fakirhânenin de kapısını çalıverdi. “Ufuklar Ardı Bizim” diyerek gelen Ötüken menşeli bu kitabın...
Ahmet Muhip Dıranas modern Türk edebiyatında hece şiirini Necip Fazıl ve Ziya Osman'la birlikte en iyi temsil eden şairlerden biridir. Hece şiiri...
Bekir Sıtkı Erdoğan (d. 1936), Karaman doğumludur. Asker olmanın şi­irine kattığı zengin bir doğa kültürüne sahiptir. Cumhuriyetimizin 50. Yıl...
Behçet Necatigil'in kısacık uzun hayatına bakanlar, onun okuldan eve, evden şiire gittiğini görürler. Yaşamına, ailesinin tanıklığına, mektuplarına,...
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?             Şâir! Hangi şâir? “Şâir değildir” diye...
Mehmet İsmail’in “Ağaçdelen” Şiirini Yeniden Yazma Denemesi: Göy Gapımı Ağaçdelen Döy De Bax! -Türk Dünyasının gururu Prof. Dr. Mehmet İsmail’e sekseninci...

Öykü Roman Masal

“(…) kendime erkek ve kadın hizmetkârlar edindim,  kendi evimde doğan hizmetkârlarım oldu, ayrıca                                                      ...
Kültür kelimesi insan faaliyetlerinin en incelikli olanlarına verilen ad olarak ifade edilmektedir (Eagleton, 2016, s. 9). Bu kavram, Klemm tarafından...
Türk edebiyatının daima ağır basan kefesi, Türklüğün ortak değeri Dede Korkut Hikâyeleri; mitoloji, tarih, sosyoloji ve kültür gibi alanlarda kaynak...
1. EDEBÎ METİNLERİN FİLME AKTARILMA SÜRECİ İlk edebi eserler bilindiği gibi çok eskiye dayanmaktadır. Buna örnek olarak taş üzerine oyularak yazılan...
Balkanlarda 500 yıldan fazla hüküm sürüp bünyesinde onlarca etnik azınlığı barındıran Osmanlı Devleti, batılı sömürgeci devletlerin de çabalarıyla...
Sevinç Çokum, ilk romanlarında ‘millî kültür ve millî bilinç’ etrafında çeşitli meseleleri konu alır. Son romanlarında ise ferdin etrafındaki kültürel dünyayı...

Mülâkat/Söyleşi

Önünüzde tarihi bir kapı var ve siz bu kapıyı elinizde avuç alanınızı aşan bir usta elinde düğülmüş bir açar ile sözün kapısını açtığınızda gelenek ve şiir üzerine döşediğiniz, ruh ve gönül işçiliği ile süslediğiniz şiir otağı nasıl meydana geldi? Soruyu daha çok şiir ve gelenek bağlamında...
Kadıköy'deki Gençlik Kitabevi'nde 11 Nisan 1987 günü düzenlenen toplantıda konuk Necati Cumalı'ydı. Soruları yanıtlayan Cumalı, kadınların daha gerçekçi ve...
Şair Figen Özer, İstanbul Yazarlar Birliği Salonunda Şiirseverlerle Buluştu:  "Kalemin Ucundan Gönül Burcuna" Dr. Özlem Güngör Haberi: Yazarlar...
Türk edebiyatına en iyi romanlarını vermiş olan Halide Edip, şimdi de yurt dışından mecmualarımıza ara sıra yazdığı fıkralar ve yaptığı yeni neşriyatla yeni...
Konya’nın Seydişehir ilçesinde ressam olarak tanınan Fatma Kırdar’ın ünü gün geçtikçe yaşadığı şehrin dışına taşarak Ülke geneline yayılmış. Genç yaşta eşini...
Konuşan: Selçuk KARAKILIÇ Öncelikle, morfolojik özellikleri incelendiğinde türkünün yüzyıllar öncesinden toplayıp getirdiği anlam yekûnunu nasıl bir...
İrfan Meclisi
İrfan Meclisi
Tarih Gezgini
Tarih Gezgini
İrfan Meclisi
İrfan Meclisi
Edebiyat Sohbetleri
Edebiyat Sohbetleri
Pazar Okumaları
Pazar Okumaları
Gökçe Kızın Dünyası
Gökçe Kızın Dünyası

digertumyazilar

Yılbaşını bilmem ama her yılın sonunda çocukluğumdan beri süregelen “Yılbaşı kutlanmalı mı, kutlanmamalı mı?” tartışmalarının ülkemizde bir gelenek hâline geldiğini...
Alaeddin Bey 19 Kasım 1994 de Harbiye Kültür Konser Salonunda hicaz bir şarkı okuyor. "Kimseyi böyle perîşân etme Allâh'ım yeter, Uyku tutmaz, bir ümit yok, gelmiyor hiçbir...
Menâkıb-ı Mustafa Safî müellifi Derviş İbrahim Hilmî Bey’in kendisinden üç yaş küçük olan kardeşi Muhammed Zühdî Bey, Boluludur ve Mudurnulu Halil Rahmî Efendi’nin...
Sanatçı ve Devlet Adamı Gece on buçuk sularında kapısı çalınıyor Alaeddin Bey'in, kapıda polisler. Cumhurbaşkanı Celal Bayar hanım öğretmenler için bir yemek vermiş. Sohbet...
Türk edebiyatının daima ağır basan kefesi, Türklüğün ortak değeri Dede Korkut Hikâyeleri; mitoloji, tarih, sosyoloji ve kültür gibi alanlarda kaynak durumundadır. İçeriğinin...
Alaeddin Yavaşça emanetini teslim etti. Beşiktaş'taki Yahya Efendi Türbesi Haziresi'ne defnedildi. Yahya Kemal diyordu ya "Kökü mazide olan atiyim" diye. Tam Alaeddin Yavaşça...
Alaeddin Yavaşça 1945 yılında İstanbul Erkek Lisesini birincilikle bitirir ve tıp fakültesi imtihanlarını kazanır, tıp tahsiline başlar. Son sınıfta bir fasıl toplantısındadır....
Mehmet Kaplan, üniversitelerde, sanat, edebiyat ve kültür çevrelerinde tanınmış bir edebiyat araştırmacısı; eleştirmen, denemeci, “müşfik ve müşvik bir hoca”, kültür adamı,...
Yahya Kemal Beyatlı, kendi kuşağına ve daha sonraki kuşaklara mensup birçok şairi yazarı ve kültür adamını etkilemiş bir şairdir. Onun meydana getirdiği etki ve bıraktığı iz,...
Türk illeri dünyanın en eski illerinden olarak, dört bin yıla yakın keçmişl a rind a Asya, Afrika ve Avrupa qitelerine yayılmışlar ve oralarda büyük millet ve devletler...
Makedon isyancılar Cemile'nin annesini, babasını katlediyor. Henüz beş yaşındaki Cemile'yi de süngülemişler, öldü diye bırakmışlar. Saatler sonra Osmanlı askeri bulmuş,...
"Bugün dünya birbirine zıt iki yere parçalanmıştır: zalimler ve mazlumlar. Niçin bu insanlardan birisi parasının gücü ile sanat öğrensin, eğitim alabilsin; diğeri ise bütün...
“Tarihî çeşmeler zamanın gözleridir. Geçmişten geleceğe bakarlar. Hiç ummadığınız bir köşe başında bile tarihin şahitleri olarak karşınıza dikilirler. Siz önünden geçip...
Bu iddialı sözün altında “Nâşir ve Muharrir İsmail Gasprinski” imzası var. Yani Türk dünyasının “dilde, fikirde, işte” birliğine hayatını vakfetmiş Gaspıralı İsmail Bey’in imzası…
Türk dünyası edebiyatlarının önemli bir parçasını teşkil eden Özbek edebiyatı, Özbekistan’ın bağımsızlığa kavuşmasıyla birlikte, kendine özgü metotlar geliştirerek dünya...
Hoparlörü tıklayıp seçtiğiniz alanı dinleyebilirsiniz Powered By GSpeech