Welcome to Edebi Medeniyet : Ebedi Medeniyet   Hoparlörü tıklayıp seçtiğiniz alanı dinleyebilirsiniz Welcome to Edebi Medeniyet : Ebedi Medeniyet Powered By GSpeech
(Okuma süresi: 9 - 17 dakika)
Bunu okudun 0%

gotik

gotik
Gotik edebiyat cadılar, cinler, periler, hortlaklar, vampirler gibi doğaüstü yaratıklardan ve rasyonel-irrasyonel çatışmasının ortaya konulmasında etkili bir araç olan spiritüalizm gibi akımlardan beslenerek okurda korku hissi uyandıran; olayları, olguları ve bastırılmış ruh hallerini biçimini dönüştürerek açığa vuran edebî bir türdür. Batı edebiyatına on sekizinci yüzyılda İngiliz gotik romanlarıyla yerleşen tür, bu kültürde edebî saha ile sınırlandırılamayacak bir gelişim göstermiş ve pazar piyasasınca bir meta haline getirilerek kullanılması korku endüstrisini doğurmuştur. Gotik sinema başta olmak üzere moda, müzik gibi çeşitli sektörler içinde kendine yeni aktarım kanalları edinerek varlığını sürdürmüştür.

Anglo-Sakson kültürdeki bu geniş yelpazeye karşın tür Türk kültüründe oldukça farklı bir serüven geçirmiştir. Ömer Türkeş’in “Korkuyu Çok Sevdik Ama Az Ürettik” başlıklı yazısında ifade ettiği gibi1türün beslendiği ana kaynak olan doğaüstü yaratıklar ve mistik inançlar Anadolu ve İslam kültüründe de var olmakla birlikte bu unsurlar zihinlerimizde dilden dile aktarılan cin, peri hikâyeleri olarak kalmış ve Batıdaki anlamıyla bir gotik edebiyat doğurmamıştır.

Her ne kadar Giovanni Scognamillo, korkuların uyruğu olmamasından hareketle, gotik eserler oluşturmak için Anglo-Sakson kültürden gelmenin şart olmadığını iddia etse de101kanımızca bu durum gotik eserlerin meydana getirilebilmesi için belli bir kültürel yapının gerekli olduğunu ortaya koymuştur. Aşağıda, türün ortaya çıktığı yıllar içerisinde Batı kültüründeki ve Türk kültüründeki toplumsal yapı, bu yapının oluşumunda etkili olan dinî inançlar ve edebiyat özelinde ele aldığımızda karşımıza çıkan sanatsal kabuller karşılaştırmalı olarak incelenerek Türk edebiyatında gotiğin ortaya çıkışını geciktiren nedenlerin neler olduğu sorusuna yanıt aranmıştır.

  1. Dinî İnançlar

Hıristiyanlık ve bu inancın doğaüstü yaratıklar, şeytan ve kötülük inancını ele alış noktasında İslam çizgiden farklı olan yaklaşımları ve Hıristiyanlıkta var olan ve korkuyu sürekli diri tutan ‘İlk Günah’ inancı gotik edebiyatın bu kültürün ürünü olmasında en önemli paya sahip unsurlardandır. Hıristiyan inancında insan doğuştan iyi, yüce ve günahsız bir varlık değildir. Hz. Âdem yasak ağacın meyvesinden yiyerek sadece kendini değil tüm insanlığı günaha sokmuş, işlediği bu ‘İlk Günah’ nedeniyle insan doğası hasar görmüş, kutsal varlığı adeta kirli bir kılıfla örtülmüştür. Kitab-ı Mukaddes’in birçok yerinde olduğu gibi Romalılara Mektup bölümünde de “Bir tek insan yüzünden günah nasıl dünyaya girdiyse, günah yüzünden de ölüm dünyaya girdi. Böylece bütün insanları ölüm sardı. Çünkü tümü günah işledi."2sözleri ile tüm insanlığın günahkâr olduğuna yönelik anlayış vurgulanmıştır. Kilise babası Augustinus’un “O halde kötülük içinde ana karnına düştüysem ve annem de

beni günahlarımla karnımda beslediyse Tanrım, ben sana bunu soruyorum, senin hizmetkârın olan ben, Efendi, nerede ve ne zaman masumdum?”3sorusunda da insanın doğduğu andan itibaren, şahsî hiçbir günah işlememiş bile olsa masum olmadığı kabulü açıkça kendini göstermiştir.

Yeni doğan bebeklerin vaftiz edilmelerinin sebebi de budur. Bilindiği gibi vaftiz, “yeni bir inanca girmek, iman tazelemek, bir günahtan arınmak, herhangi bir dinsel davranışa ya da âyine hazırlanmak ve benzeri nedenlerle ya tamamıyla suya

dalmak ya da vücudun yalnız belirli kısımlarını yıkamak suretiyle yapılan âyin; Hıristiyanlıkta bir kişinin kiliseye kabulünü sağlayan sakrament”tir.4Hıristiyan inancına bağlı olan kimseler her insanın doğduğu andan itibaren içinde taşıdığı ‘kir’den ancak Hz. İsa’nın, Tanrı’nın affedici lütfuna erişebilmek için insanlık adına açtığı ve ilk adımı vaftiz ile atılan dönüş yolunu takip ederek arınabileceklerine inanırlar.5

Kuran-ı Kerim ise ortak sorumluluk fikrini aşağıda alıntıladığımız ayetlerde de görülebileceği gibi kesin bir ifade ile reddetmiştir:

164. Allah her şeyin Rabbi iken ben O’ndan başka bir Rab mi arayacağım! Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir ve O, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.”6

15. Kim doğru yolu seçerse kendi iyiliği için seçmiştir, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Hiç kimse başkasının günah yükünü üstüne almaz.

Biz bir Resûl göndermedikçe azap edecek değiliz.”7

7. Eğer inkâr ederseniz bilesiniz ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur; ama O, kullarının nankörlüğüne razı olmaz, şükrederseniz bu tutumunuzdan memnun olur. Hiç kimse başkasının günah yükünü üstüne almaz; sonunda dönüşünüz Rabbinize olacak, ardından O, neler yapıp ettiğinizi size bildirecektir. O, kalplerin derinliklerini bilmektedir.”8

21. İman eden, soylarından gelenlerin de aynı iman ile kendilerini izledikleri kimselerin yanlarına bu zürriyetlerini katacağız; bununla birlikte kendi amellerinden de bir şey eksiltmeyeceğiz. Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabı karşılığında bir rehindir.9

36-37. Yoksa Mûsâ’nın ve ahde vefa örneği İbrâhim’in sahifelerinde bulunan şu hususlardan haberi yok mu? 38. Hiçbir günah sahibi başkasının günahını taşımaz.”10

“7. Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onun karşılığını görür. 8.Kim de zerre miktarı şer işlemişse onun karşılığını görür.”11

Alıntıladığımız ayetlerde de görülebileceği gibi İslam inancında her insan yaptıklarından kendisi sorumludur ve onlardan dolayı ödüllendirilir ya da cezalandırılır. Yahudi, Hıristiyan yahut ateist bir aileye dahi mensup olsa annesinden doğan her bebek İslam fıtratı üzerine doğmuştur ve doğduğu anda bütünüyle günahsızdır.12Bu sebeple, ilahî bir yaratıcının eseri olduğu için kutsal bir varlık olduğuna inanan ve dünyaya gelişinde kutsallığını zedeleyecek herhangi bir günahı taşımayan İslamî anlayışın şekillendirdiği ‘insan’ın kendi içerisinde çatışma doğuracak bir varoluş problemini yaşamadığı için Mr. Hyde ya da kendisi genç kaldıkça portresi çirkinleşen Dorian Gray gibi gotik figürler yaratma ihtimali; günahın davranış şekli içerisindeki yeri et ve kemik birliği gibi olan, iyi ve kötü çatışmasını bağlı olduğu inanç sistemi gereği doğduğu andan itibaren içinde taşıyan Anglo-Sakson kültürün insanına göre daha azdır. Anglo-Sakson kültürün insanı bir dışavurum gereği olarak bu ikiliği edebiyatına yansıtmış ve kanımızca vazgeçilmez gotik temalardan biri olan ‘bölünmüş benler’ bu ikilikten doğmuştur. Dr. Jekyll ve Mr. Hyde romanında Dr. Jekyll’ın insanın içindeki iyilik ve kötülüğü “ bu aykırı iki kardeşin birlikte bulunması insanoğlu için bir lanetti çünkü bilincin acılar içinde kıvranan rahminde bu tam zıt ikizler durmadan savaşacaklardı. Öyleyse nasıl ayrılabilirlerdi?13sorusundan hareketle ayırma teşebbüsü görüşümüzü doğrular niteliktedir.

Hz. İsa’nın sağaltıcı yoluna girene dek sancılı bir varoluş problemini içinde barındıran ‘insan’ın yanı sıra Hıristiyanlıkta gotik hayal gücünü besleyen bir diğer önemli faktör şeytan’dır. Hıristiyan inancına göre şeytan, Tanrı’nın hükmü altında olmakla birlikte, Tanrı’ya karşıt bir güce ve etki alanına sahiptir; adeta anti-tanrı formundadır.14Şeytanın etki alanı, içinde yaşadığımız dünyaya yani yeryüzüne yöneliktir. Yeryüzü ontolojik olarak Tanrı’nın iradesince yaratılmış bir varlık alanı olmakla birlikte Şeytan’ın ilk günahla başlayan etkinlik gücü dolayısıyla ikinci sınıf bir varlık alanıdır. Öyle ki şeytan tarafından ele geçirilen yeryüzü “Civitas Terrana” (Dünya Devleti) veya “Civitas Diaboli” (Şeytan Devleti) olarak adlandırılır.15

İslamî inanca göre ise yeryüzü imtihan dünyası olmasından kaynaklanan birtakım olumsuzlukları içinde barındırmakla birlikte şeytanın hükümdarlığında bir varlık alanı değildir. İlahî olarak görevlendirilmiş bir yol göstericinin izinden gidenler için dünyada korkuya yer yoktur. İslam inancında Allah’a içtenlikle inanıp ibadet eden, yasaklarını çiğnemeyen kullar üzerinde şeytan’ın hiçbir etki ve hâkimiyetinin olmayacağı belirtilir:

“38.Onlara şöyle dedik: «Oradan hepiniz inin! Benden size muhakkak bir yol gösterici gelecektir.» Kim benim gönderdiğim rehbere uyarsa artık onlara ne korku vardır ne de üzüleceklerdir.”16

“İmdi, Kur’an’ı okuyacağın zaman o kovulmuş olan şeytandan hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki, imân etmiş olanların ve Rablerine tevekkülde bulunanların üzerine O’nun için bir hakimiyet yoktur.”17

Hıristiyan inancında şeytanın gotik bir figür olarak algılanmasına yol açan hâkim gücü, Anglo-Sakson kültürde gotik edebiyatın doğmasına ve kendini şekillendirmesine önemli bir kaynak teşkil ederken; alıntıladığımız ayetlerde de görüldüğü gibi, İslam inancında yeryüzünün şeytanın hâkimiyetinde bir varlık alanı olarak kabul edilmemesi ve bu sebeple içinde yaşayanlar için mutlak korkutucu bir niteliği olmaması Anglo-Sakson kültürde gotiği besleyen damarlardan birinin daha İslamî anlayışın etkisi ile şekillenen kültürel yapımız söz konusu olduğunda kurumasına yol açmıştır.

Durmuş Hocaoğlu’nun Korku Edebiyatı Üzerine2: Korku Edebiyatı, Ölüm Mistisizmi ve Şeytan başlıklı makalesinde bu durumu şu şekilde ifade edilir:

“İblis; karanlıklar dünyasının prensi “Lucifer”dir ve binaenaleyh, O’nun hüküm-fermâ olduğu bir kültür havzasında, O’nun şanına yakışır san’at eserleri üretilmesini tabiî karşılamak îcap etmektedir.18

Dinî boyutun ötesinde toplumsal şartlar bakımından da Türk kültürü ile Anglo-Sakson kültür arasında gotik hayal gücünü besleyen ciddi farklar vardır.

  1. Toplumsal Şartlar

Bu farkların en önemlisi gotiğin edebî bir tür olarak ortaya çıktığı on sekizinci yüzyılda Batı düşüncesini şekillendiren Aydınlanma Hareketine bağlı olarak ortaya çıkar. Batı kültüründe dine düşmanlıkla bir arada yürüyen bir akla iman, aklın her şeyi yapabileceğine, insanın kendisiyle ve toplumla olan ilişkisini değiştirebileceğine duyulan bir güvenden ibaret olan Aydınlanma, hem yıkıcı hem de inşa edici bir reform programıdır.

Batıda bu reform programının etkinlik gösterdiği yıllarda çeşitli savaşlarda yenilgiye uğrayan Osmanlı, askerî ve teknik bakımdan Batıdan geri kaldığını fark etmiş ve on sekizinci yüzyılda öncelikle askerî alanda Batıdaki gelişmeleri takip etmeye yöneltmiştir. Bu yöneliş, zamanla Osmanlı aydınının Batıdaki düşünce akımları ile tanışmasına sebep olmuş ve Osmanlı aydını sadece askerî gelişmelerle ilgilenmekle kalmayıp Batı ile karşılaştırıldığında kendi toplumunun çeşitli alanlarda geri kalmışlığını görerek Batıdaki toplumsal yapıyı incelemeye yönelmiştir. Batı düşüncesi ile yaşama tarzının yavaş yavaş Osmanlı aydını arasında yaygılık kazanmaya başlaması, toplumdaki aksaklıkların ancak Batılı yaşama tarzı ve düşünce biçimiyle giderilebileceğine yönelik inancı kuvvetlendirmiş ve Osmanlı aydını düşünce alanında modernleşmenin nasıl olabileceğine cevap bulmaya çalışmıştır. Bir kısım Osmanlı aydını bu cevabı Batı ile etkileşime geçildiği dönemde Batıda hâkim düşünce olan Aydınlanmacı düşünce biçiminde bulmuştur.

Ancak, tepeden inme bir anlayışla benimsetilmeye çalışılan ve toplumda yaşanan fikrî hareketlerin doğal bir sonucu olmayan Aydınlanma süreci Türk düşünce dünyasında Batıdaki anlamı ile yaşanmamıştır. Hilmi Ziya Ülken Türkiye’de Düşünce Tarihi adlı yapıtında bu duruma işaret etmiştir:

Türkiye’de “Aydınlanma” devri diye bir devir olduğunu söylemek güçtür. Çünkü Fransa’da Lumiére, Almanya’da Aufklarung denen bu fikir cereyanının kendi bünyemizden doğabilmesi için, ondan önce bu fikirleri hazırlayan tecrübecilik ve akılcılık çığırlarının, Renaissance ile başlayan Descartes ve Locke ile gelişen bütün modern felsefenin Türkiye’de yaşanmış olması gerekirdi. Halbuki bu fikir gelişmelerinin olduğu 16-18. yüzyıllarda Türkiye Avrupa ile hemen hiçbir fikir temasına girmeden kendi içine kapanmış bulunuyordu. Öyle ise burada sözünü ettiğimiz “Aydınlanma”, tabiî bir fikir evriminin neticesi olacak yerde, 19. yüzyılı ortasında birdenbire dışarıdan gelen bir fikir aşısının ürünü olarak doğmuştur.”19

Dolayısıyla, tezimizin edebiyatta gotik başlıklı bölümünde de gördüğümüz gibi, Aydınlanmanın bütün doktrinlerinin toplum bazında karşılık bulduğu Batı kültüründe bu reform programının yeryüzünü cennete çevirmek gibi inandırıcı olmayan bir vaatte bulunduğu; duygulara yeteri kadar önem vermediği; insanlığa karşı işlenmiş büyük suç ve cinayetlere sebep olduğu; totaliteryen hareketleri doğurduğu; aklı gelenek, inanç ve deneyimden bağımsız kılmak suretiyle insanları birbirinden bağımsız atomize bireyler haline getirip içinde bulundukları toplumu unutturduğu gerekçesi ile eleştirilmesi ve bu eleştiri ortamında bir tepki ürünü olarak doğaüstünün sanatsal yaratıcılıktaki önemini vurgulayan gotik edebiyatın ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Aydınlanmayı toplum bazında tam olarak yaşamayan Türk toplumunda ise sanatsal bir oluşuma neden olacak şiddetli bir tepkinin doğması ve Batı edebiyatı ile eşzamanlı olarak gotik eserlerin üretilmemesini beklemek anlamsızdır.

Aydınlanma sürecinin gotik edebiyat üzerine etkisi başka bir tarihsel dönem göz önüne alınarak incelendiğinde türün oluşmasına yönelik olumsuzlayıcı etkinin değişmediği ancak bu kez etkinin farklı bir gerekçe ile ortaya çıktığı görülür. On dokuzuncu yüzyıl boyunca toplum bazında yaşanmayan Aydınlanma süreci cumhuriyet sonrası dönemde büyük bir kısım Türk aydını için pozitivist akımların katı bir anlayışla benimsendiği bir döneme işaret eder. Pozitivizmin başat öğe olduğu bu yıllarda gotik unsurlar Türk aydını tarafından, bilinçaltında küçümseneceği beklentisi ile net bir biçimde dışlanmıştır. Oysa akla aşırı vurgu yapan rasyonalistlere bir tepki olarak gotiğin baş gösterdiği Batıda, bir süre sonra akla sınır çizen ve aklı dışlayan akımların etkisiyle aklın her tonu yaşanmış ve bu durum gotiğin bir tepki ürünü olarak ortaya çıkıp zamanla yok olmasını önlemiştir.

Gotik eserlerin üretilmesini geciktiren bir diğer neden ise Türk edebiyatçısının sanatsal kabulleri ve beğenileri ile Batı edebiyatçısının sanatsal kabulleri ve beğenileri arasındaki farklılıktır.

  1. Sanatsal Kabuller ve Beğeniler

Gotik edebiyatın ortaya çıktığı on sekizinci yüzyıldan çok önce de sözlü geleneğimizde yaşayan masallarda, halk hikâyelerinde, âşık hikâyelerinde, divan şiirinde cinler, periler gibi doğaüstü varlıklara ve harikulade tesadüflere ve olaylara sıkça rastlanmakla birlikte bunlar gotik kapsamının dışındadır çünkü eser verenler bu unsurları kullanırken okurda korku hissi uyandırma amacı gütmezler.

Saim Sakaoğlu’nun “Türk Masalında Devler ve Periler” makalesinde de görüldüğü gibi masallarımızda yer alan cin, peri, yedi başlı ejderha, bir dudağı yerde bir dudağı gökte dev gibi doğaüstü varlıklar masal kahramanının gücünü ve yiğitliğini göstermesini mümkün kılmak, masalın akışına yön vermek, anlatıyı heyecanlı ve sürükleyici kılmak için ortaya çıkarlar.20

Divan şiirinde de cin, peri, şeytan gibi mistik varlıklar korkutucu bir bağlam içinde sunulmamıştır. Divan şiirinde cin daha çok ins kelimesi ile birlikte kullanılmıştır:

Eger Belkîsvâr anunla ârâm

İdersen, ola ins ü cin sana râm

Şeyhî

Ben Süleymân-ı hayâlim Âsafımdır akl-ı kül

İns ü cini hâtem-i nazmımla teshîr eylerim

Âsaf

Iyd-ı ekberdir deyû eyler niyâzı ins ü cân

Eylese nâgeh tecellî hüsrev-i hâkân-ı ıyd

Aşkî

Cinlerin dişileri oldukları varsayılan ve çok güzel ve çekici olduklarına inanılan periler ise güzellikleri, insanları kendilerine âşık etmeleri, bir görünüp bir kaybolmaları gibi özellikleri esas alınarak sevgiliye benzetilmiştir.21Peri imajının divan şiirindeki kullanılış şekillerine aşağıdaki örnekler verilebilir:

Ey perî hüsn-ile çûn germ oldı bâzârun senün

Âftâb u mâh oldılar hârîdârun senün

Avnî

Ey mâh-ı perîpeyker, vey hûr-i melekmanzar

Ey la’l-i lebi şeker, dîdâruna müştâkam

Nesîmî

Ne perîsin ki dili hüsnüne pervâne kılıp

Etdin ol şekl ü şemâyille giriftâr beni

Ahmed Paşa

Yok bu şehr içre senin vasf ettiğin dilber Nedîm

Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana

Nedîm

Öğdün murabba ile perî-şân güzelleri

Aşkî çıkar beyaza perîşân gazelleri

Aşkî

Okuduk da’vet edip uğramadı dâiremize

O perî-çehre kabûl eylemedi dâvetimizi

Lâedrî

Perî ise niçün gözden tulınmaz?

Ferişteyse niçün gökde bulunmaz?

Şeyhî

Perî gözden nîhan olmak ne mümkindür zamânında

Cihânı şöyle nûrânî kılupdur rûy-i rahşânı

Bâkî

Divan şiirinde, Batı edebiyatında ‘karanlıklar prensi Lucifer’ olarak tanımlanan ve çoğu kez gotik bir figür olarak ele alınan şeytan, böylesi bir ürperticilikten uzak tutularak rakibe benzetilmiş ve meleklerle bir arada bulunamayışı, dua edilince kaçışı, pis yerleri mesken tutması, sevgilinin nurunu çalmaya çalışması gibi yönlerden söz konusu edilmiştir.22Aşağıdaki beyitler Divan şiirinde şeytan imajının gotik çağrışım alanının dışında kalan kullanım çeşitlerini örneklemektedir

Çün tülû etti kaşın ayı rakîbi eyle bend

Lâ-cerem görünse mâh-ı rûze şeytân bağlanır

Ahmed Paşa

Aldı sûfînin karârın gösterip yüzün rakîb

Sanki şeytân hastaya su gösterip îmân alır

Necâti

Mir-i hûbân demeziz hâsılı Abdullâh’a

Şeyh-i Necdî’yi götürmez ise işretgâha

Lâedrî

Nefsini İslâm’a getir kılma şeytândan gile

Yağı uş mülkün içinde ne kayu câsûsdan

Kadı Burhaneddin

Türk romanının başlaması ile birlikte masallarımızda ve divan şiirinde bir şekilde varlığını sürdüren doğaüstü unsurların kullanımında ciddî bir kırılma yaşanır. İnsanın çevresiyle ve kendi benliğiyle girdiği çatışmadan doğan ve böylesi bir çatışmayı doğuracak sosyal çevrenin var olmadığı Türk kültüründe, kendine ‘yabancı’, ‘ithal’ ve ‘aykırı’ bir türü köklendirmeye çalışan ilk dönem romancılarımız ilk olarak anlatılardaki doğaüstü unsurları ortadan kaldırmayı hedefler. Handan İnci’ye göre bu açıdan “Türk romanının, daha geniş bir çerçeveyle

Yeni Türk edebiyatının tarihini, edebiyattan cin/peri kovma savaşının tarihi olarak da okuyabiliriz.23

Bu ‘savaşta’ boy hedefi, ilk romanımızdan yaklaşık yüzyıl kadar önce 1796- 1797 tarihinde Giritli Ali Aziz Efendi tarafından yazılan Muhayyelat adlı eserdir. ‘Hayaller’ başlığı altında üç hikâyeden oluşan bu eserde gotik bir amaca hizmet etmemekle birlikte cinler, periler, tılsım ve büyüler gibi gotik unsurlar sıkça kullanılmıştır.24

Aslında edebiyatçılarımızın takındıkları bu tutum yadırgatıcı değildir. Dönemin sosyal şartları içerisinde topluma Batı’nın rasyonel düşünce biçimini kazandırmayı ilke edinen ve çeviri eserler vasıtasıyla Batı’nın gerçekçi edebiyat örnekleri ile tanışan ilk dönem romancılarımız, ister Ahmet Mithat’ın çizgisinde Batılı hikâye ve romanla Türk halk hikâyelerini kaynaştırmaya çalışsın, ister Namık Kemal’in çizgisinde yerli hikâye ve roman örneklerini dikkate almadan Batılı hikâye ve roman tarzını benimsesin, roman anlayışlarını gerçekçilik zemini üzerine kurmuşlardır. Ancak, burada kastedilen bir yöntem olarak gerçekçilik değil; hayatın içinde karşılaşılabilecek olanı, mümkün olanı anlatmaktır. Bu sebeple, okuru gerçekleri bütünüyle yansıtan bir eserle karşı karşıya olduğu kabulünden uzaklaştıran her unsur, ki insan aklının kabul edemeyeceği doğaüstü bu unsurların başındadır, yazarlarımızca edebiyattan uzak tutulmaya çalışılmıştır.

Bu çaba ortaya çıktığı ilk dönemde, romanı Ortaçağ romanslarının karşısında yeni bir tür olarak konumlandırmaya çalışan Batılı edebiyatçıların yaptığından farksızdır. Bilindiği gibi Cervantes ünlü Don Quixote adlı eserinde Ortaçağ romanslarının parodisini yapmıştır. Bu bakımdan, Ahmet Midhat’ın Çengi adlı romanında Muhayyelat’ı ironik bir yaklaşımla ele alması; Şemseddin Sami, Mizancı Murad, Samipaşazade Sezai, Nabizade Nazım gibi romancılarımız için anlatılardaki doğaüstü unsurların “kurtulunması gereken bir hastalık25gibi görülmesi şaşırtıcı değildir.

Namık Kemal, Celâl Mukaddimesi’nde romanlarda doğaüstü unsurların kullanılmasına yönelik tavrını ortaya koymuş ve Muhayyelat gibi hikâyelerin roman olamayacağını, ‘kocakarı masalı’ olarak adlandırılabileceğini ifade etmiştir:

“Roman kısmını da millete nev-zuhûr addettiğimize taaccüb olunmasın? Âsâr-ı kadîmde İbret-nümâ gibi, Muhayyelât gibi, Aslı ile Kerem gibi, Ferhad ile Şîrin gibi birtakım hikâyeler vardı. Fakat kitabhâne-i âdâbımızda mevcûd olan birkaç tercümeden anlaşılacağı vechile romandan maksad güzerân etmemişse bile güzerânı imkân dâhilinde olan bir vak’ayı ahlâk ve adâd ve hissiyât ve ihtimâlâta müte’allik her türlü tafsîlâtıyla berâber tasvîr etmektir.

Romanlara nâdiren mevcûdât-ı rûhâniyye karıştırıldığı da vardır. Lâkin o türlü hayâllere ne fikir ile mürâcaât olunduğu mes’elenin sûret-i tasvîrinden bedâheten meydâna çıkar.

Halbuki bizim hikâyeler tılsım ile define bulmak, bir yerde denize batıp sonra müellifin hokkasından çıkmak, âh ile yanmak, külünk ile dağ yarmak gibi bütün bütün tabîat ve hakîkatin hâricinde birer mevzû’a müstenid ve sûret-i tasvîr-i ahlâk ve tafsîl-i âdât ve teşrîh-i hissiyât gibi şerâit-i âdâbın kâffesinden mahrum olduğu için roman değil kocakarı masalı nev’indendir.”126

Tanzimat yazarlarının anlatılardan doğaüstü unsurları uzak tutmaya yönelik sistematik çabasıTanzimat’tan itibaren sürekli bir yeniden inşa seferberliği içerisinde olan toplumun ve bu inşa seferberliği içerisinde Aydınlanmacı ideallere yapığı vurguyu koruyan sanat ve ilim adamlarının görüşlerinin bir yansıması olarak sonraki yıllarda da sürmüş; bu durum irrasyonel kaynaklardan beslenen gotik edebiyatın temel dayanak noktası olan doğaüstünü ortadan kaldırdığı için gotik edebiyat, Türk edebiyatçısının romanla tanıştığı on dokuzuncu yüzyılda bu tarz bir hesaplaşmayı çoktan geride bırakan ve romanda yeni oluşumlara giderek doğaüstüne tekrar kucak açan Batı edebiyatıyla eş zamanlı olarak ve benzer bir verimlilik göstererek ortaya çıkmamıştır.

Gotik roman örnekleri olarak adlandırabileceğimiz ve Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ali Rıza Seyfi ve Kerime Nadir isimlerinin öne çıktığı sınırlı sayıdaki çalışmanın ardından Türk edebiyatında gotik türü derin bir sessizliğe bürünmüştür. Hiç şüphesiz Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Erhan Bener, Oğuz Atay, Bilge Karasu gibi isimlerini çoğaltabileceğimiz birçok yazarımızın eserlerinde kimi zaman sosyolojik kimi zaman psikolojik boyutları ile korkuya yer verilmiş; Nazlı Eray, Latife Tekin, Orhan Pamuk gibi bazı yazarlarımızın eserlerinde ise doğaüstü unsurlara rastlanmıştır. Ancak, doğaüstü-korku ilişkisi gotik ekseninde kurulmadığı için ya da böylesi bir ilişki eserin bütününde etkili olmadığı için ismini andığımız yazarlarımızın çalışmalarını gotik edebiyat kapsamı içinde değerlendirmek mümkün değildir. 1960 sonrasında yaşanan ve 1980 sonrasına dek süren bu kıpırtısız dönemin ardından her geçen gün artan bir ilgi ile gotik roman türünde çalışmalar yayınlanmaya başlamış ve bu yıllarda gotik türü edebiyatımız içinde yeniden kendini göstermiştir.

 V. ÖZGE YÜCESOY

Ömer Türkeş, “Korkuyu Çok Sevdik Ama Az Ürettik”, Radikal,

(Çevrimiçi)http://radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=tkp&haberno=4558, 18.11.2005.

İncil, Romalılara Mektup: Günahın Sonucu; Tanrı’nın Armağanı.

Betül Çotuksöken, Saffet Babür , Ortaçağ’da Felsefe, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1993, s.63.

Ekrem Sarıkçıoğlu, Dinler Tarihi, Isparta, Fakülte Kitabevi, 2004, s.334.

Kur’an-ı Kerim, EN’AM 164.

Kur’an-ı Kerim, İSRÂ, 15.

Kur’an-ı Kerim, ZÜMER 7.

Kur’an-ı Kerim, TÛR 21.

10 Kur’an-ı Kerim, NECM 36-38.

11 Kur’an-ı Kerim, ZİLZAL 7-8.

12 Bayraktar Bayraklı, İslam’da Eğitim, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1989, s.134.

13 Robert Louis Stevenson, Dr. Jekyll ve Mr. Hyde, Çev. Z. Gülümser Ağırer Çuhadar, İstanbul, Arion Yayınevi, 2002, s.77.

14 Durmuş Hocaoğlu, “Korku Edebiyatı Üzerine 2: Korku Edebiyatı, Ölüm Mistisizmi ve Şeytan”,

Yağmur Dergisi, sayı 11, Nisan Mayıs Haziran 2001.

15 a.e.

16 Kur’an-ı Kerim, BAKARA 38.

17 Kur’an-ı Kerim, NAHL 98-99.

18 Hocaoğlu, a.g.e.

22 a.e., s.115.

23 Handan İnci, “Aziz Efendi’nin Reddedilen Mirası Türk Romancısının Gerçeklikle Savaşı”, kitap- lık, sayı 80, Şubat 2005, s.73.

24 Giritli Ali Aziz Efendi, Muhayyelat, İstanbul, Beyaz Balina Yayınları, 2005.

25 Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, C.III, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s.64.

26 Kâzım Yetiş, Namık Kemal’in Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Görüşleri ve Yazıları,

İstanbul, Alfa Basın Yayın Dağıtım, 1996, s.349.

Comments powered by CComment

More articles from this author

Hoparlörü tıklayıp seçtiğiniz alanı dinleyebilirsiniz Powered By GSpeech