“Kazma küpürtüsüyle gideceğiz.”
Karakterimin ana dokusunu babam şekillendirdi, kalan kısmını ise annem. Babamı çok erken yaşta kaybettim. Belki de o yüzden olacak, o bana hep bir nostalji perdesinden göründü. Onun şahsında hep eskiyi, çocukluğumu, o günlere ait hatıraları gördüm. Annemse en yalın haliyle gerçeklikti. Çırılçıplak gerçeklik.
İradesi sağlam, toprak gibi pekti. Yedi çocuk doğurmuş, üçünü elleriyle toprağa vermişti. Kalanları o büyütmüş, hayata onlarla tutunmuştu. Hayatı çok mu güzel yaşadı? Tabii ki, hayır! Katıksız kuru ekmek gibi bir hayat yaşadı. Dekor değil de, daha çok evin çatısı, tavanıydı o. Temelleriydi evin. Hep birincil ihtiyaçlarla yoğrulmuştu. Oysa varlıklı bir aileden gelmiş. Gelin geldiği yer de öyle. Ama hayat bu, her saza uymaz işte. Düzeni paramparça etmiş bir anda.
Bütün bunlara nereden geldim? Nereden olacak, bir söz, sadece bir sözden. Hayatı özetleyen bir sözden. Geçenlerde annemle konuşuyoruz. İstiyorum ki, o söylesin ben dinleyeyim.
-Eee, söyle bakalım anne. Ne olacak bu eşya. Senden sonra ne olacak bütün bunlar? Yatak yorgan, kimlere vereceğiz bütün bunları?
O bir anda alan el değil, veren el oluyor. Artık bakıma muhtaç biri değil, eski varlıklı; dağıtan, hayır yapan, güçlü, vergili kadın. Oysa varı yoğu; bir tane ev, içinde birkaç parça çul çaput. Öyle ama yine de kendi emeği. Hepsine hatıraları sinmiş. Her birinde kendini, kendi yaşanmışlığını görüyor. Başlıyor dağıtmaya.
-Şu yastık babanla beraber yattığım işlemeli yastık. O Yakup’un. Diğeri, rahmetli Afet ablandan kalma, o da Bengisu’nun.
-Pekâlâ, şu döşek, o kimin?
-O ablanın.
-Şu halı kimin?
-O Mustafa’nın.
-Şu döşek, bir de yorgan, bir de yastık; benim hayrıma verin. Bu da aklında olsun, başka da yok.
-Başka?
-Evi satacaksınız değil mi?
-Evet.
-Evi satacaksınız. Evi satacaksınız da, satarken ananla babana biraz para ayırmanız lazım. Hayırları için. Bu emekler onların. Kendimiz için. Ondan sonra üleşin evi. Kazma küpürtüsüyle gidiyoruz. Çok çalıştım. Evin yanlarında ot biçe biçe büyüttüm sizi. Yemedim, içmedim; çalıştım. Sofraya otururken karnım aç da olsa, tok derdim. Gözlerimin yaşı da kurudu. Arkama ne kaldı? Üç kuruş param olmadı. Hiç para diye bir şey görmedim. Parasız ömrüm bitti. Bebekler yerken karnım doyardı. Kendim alıp, önüme koyup bir şeyler yemedim. Allah sana ömür versin de, sen beni erelle terelle. Evde hakkım yok mu? Var! Herkese dünya boş. Sana da boş. Senin de malın mülkün kalacak.
O anlattıkça benim düşüncem onun gençlik yıllarına gidiyor; babamı, Kurban amcayı ve o yıllarda Polatlı’ya yerleşen hemşerilerimizi düşünüyorum. Çok eskilere, bundan tamı tamına altmışaltı, altmışyedi yıl evveline gidiyorum.
Şimdiki Eti Caddesi üzerinde, caddenin sonunda sağ tarafta eskiden Vabis’in lokantası vardı. Tam oraya 1954’lerde babamla Kurban amca tuhafiye dükkânı açmışlar. Dükkân ortak. İkisi işletiyor. Kurban amcayı babası çok önceden Bolu’ya göndermiş. Süvarilerin yanına. Esnaflık öğrensin, adam olsun diye. Onun esnaflık tecrübesi oradan geliyor.
İkisi orayı işletiyor. Tabii bunlar genç, yirmili yaşlarında. O yıllarda rahmetli halam da Polatlı’da. Şimdi hepsi rahmetli olan Kahvecilerden Ariye teyze, Hamide teyze ve daha bir yığın insan var oralarda. Halil (Erözkan) amca, Muammer (Tekin) abi falan da o zamanlar genç delikanlı. O yıllarda büyük dayım rahmetli de Sami abimi Polatlı’ya gezmeye yolluyor. Daha altı yedi yaşlarında çocuk. O da kaçar kaçar annemin yanına gelirmiş. İstiyor ki çocuk şehir havası alsın. Gözü açılsın.
Onun da gittiği yer Muammer abilerin evi. Babası Topal Ahmet, gözüpek biri. Polatlı’da kereste atölyesi işletiyor, hemşerileri koruyup kolluyor. Bununla ilgili bir de hikâye anlatılır. Bir keresinde Hacıyap, ismini hatırlayamadığım biri ve Topal Ahmet, üçü yolda kalmışlar. Köye gidecekler ama paraları yok. Hacıyap kurnaz, akıllı adam.
-La kardaşlık demiş Topal Ahmet’e. Yolda kaldık. Beş paramız yok. Durumu görüyorsun. Çare yok, dilencilik edeceğiz. Edeceğiz de bu işe içimizde en yakışan sensin. İçlerinde tek özürlü o çünkü.
Böylece o dilencilik etmiş. Üç beş kuruş toplamış ve ondan sonra memlekete ulaşmışlar.
Kurban (Öztürk) abi de babamlarla birlikte aynı evde kalıyor. Zaten Hacıyap, baba dedem Kamalının yeğeni olur. Dükkânın ana sermayedarı da dedem. Her neyse, gel zaman git zaman dükkân işliyor, işler iyi.
Bunlar da o yıllarda Ömer Hayyam’dı, şuydu buydu; kendilerini kitaplara vermişler. Televizyon yok. O vakitler açık hava sinemaları daha yeni yeni yaygınlaşıyor Akşamları kitap okuyorlar, sinemaya gidiyorlar. Zaten bu aile, ta dedemden, Hacıyap’tan, babamdan, amcamdan ve şimdilerde hâlâ sağ olan Kurban amcadan itibaren kitaplara aşina. Hacıyap’ın evine daha o yıllar iki gazete birden girermiş. Dedem de öyle, tarih ve edebiyat meraklısı.
Derken, bir gün beklenmedik bir şey oluyor. Dükkâna gelen bir müşteri babam rahmetliyi tanımış. Şikâyetçi oluyor. Meğerse bu ikisi arasında askerden önce sen ben olmuş, kavga etmişler. O Basrı köyünde korucu, babam da çoban. Adam kolunun kırıldığını söylüyor. Babam davarı bırakıp köye kaçmış. Ve hesap gelip çatmış. Çağırmışlar bunu savcılıktan. Gitmiş.
-Bu adamı tanır mısın?
-Tanırım.
-Dövüş ettin mi?
-Ettim.
-Kolunu kırdın mı?
-Kırmadım.
-Hadi oğlum, sen bir saat sonra tekrar gel.
Savcı demek istiyor ki, git bir akıllınız varsa danış da gel. İfadeni değiştir. Bu ifade, ifade değil. Adamın başını yakar. Bir saat sonra, aynı sorular ve aynı cevaplar. Savcı bir daha gönderiyor, ama çare yok. Adam Nuh diyor, Peygamber demiyor. O kadar dürüst. Demek öyle ha, savcı kesiyor cezayı. Tam bir buçuk yıl hapis.
Dokuz yüz elli yedide mahpustan çıkıyor babam. Tam bir buçuk yıl içeride yatmış. Sonra da dükkânı Kurban amcaya devredip memlekete dönüyor. Ver elini terzilik.
Annemi dinlerken bütün bunlar geçiyor gözümün önünden. Babamın mahpusluk yılları. Orada dilekçe yazarak harçlığını çıkartmaları. Hepsi ve daha fazlası.