Bunu okudun 0%
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde…
Hayat da böyle değil mi? İster yaşanan an, isterse yaşanmış ve hatırımızda kalan kısmı; ikisi de, hayatın kendisi değil mi? Zaten hayat da farkında olunandır, olunmayan değil. Hatta hatıra olarak yaşanan hayat; çoğu kez, farkında olunmadan yaşanan hayattan daha sahici, daha gerçek olabilir.
Bundan zannederim yıllar önce, Azra Erhat ve arkadaşlarının Mavi Yolculuk’ta yaşadığı tarzda olmasa da, benim de bir Mavi Yolculuğum oldu. Yolculuk nihayet Fethiye’den Dalaman ve Dalyan’a doğru uzandı. Sonrası, Dalaman Çayı boyunca Denizli yönüne kıvrıldı. Bunun da öncesi vardı ve ben öncesinde Likya Krallığının topraklarından geçmiştim.
Görkemli bir uygarlıktı bu. Tarihlerde burası Işık Ülkesi anlamına gelirmiş. Biz de zaten Antalya üzerinden buralara gelmiştik. Bin yılın üzerinde bu topraklarda yaşamış, taşlar üzerine kral mezarları kazmış bir uygarlıktı bu. Nereden geldik buralara gibi bir soru tabii ki sorulacaktır.
Anlatmak istediğim, o kadar yıllık uygarlıkların ölümlü olduğu gerçeği. O kadar yıl yaşamış uygarlıklar bile birer kalıntı hâline gelmemiş miydi? Antik Mısır, Nebatiler ülkesi Petra, Palmiyeler şehri Palmira, İskender’in harabeye çevirdiği Persapolis, o güzelim asma bahçeleriyle Babilonya… Ya, bugün her biri birer harabeye dönen Türk şehri Halep, başkentler başkenti Bağdat; oralara ne demeli!
“İşte geldik gidiyoruz
Şen olasın Halep şehri”
Ve nihayet yaşadığımız çağ. Hayatımın bir dönemi Orta Asya Bozkırlarında geçti. Cengiz Aytmatov’un o renkli anlatımlarında ifadesini bulan, binbir çelişki ve dramın içiçe yaşandığı o coğrafyayı yudum yudum yudumladım. Kimler yoktu ki orada!
Şimdi onların her biri gerçek birer hatıra. Henüz hayattayken hatıra olmak da neyin nesi demeyin. Oldu bile. Ben de öyleyim onlar için. Yaşanmış kesitlerimle gerçek birer hatıra.
Ben bunları yazarken pek tabii ki hayatla çırılçıplak ilişki kurarak yapmıyorum bunları. Böyle bir imkân yok. Hayata renkli, boyalı desenler arasından baktığımın farkında olarak yazıyorum bütün bunları. Bütün bir insanlık mirasının sunduğu semboller ve anlamlarla bunlara eşlik eden kırık dökük ve parıltılı bütün bir kültürel hazine boyuyor gözlerimi. Bazen renkler kamaştırıyor gözlerimi, bazen de gerçeği saklıyorlar.
Çoğumuz bunun farkında bile olmayız çoğu zaman.
Geçenlerde köy yollarına vurdum kendimi. Paşalan’a yukarı çıkarken, her nedense bir hüzün çöktü içime. Yukarısı Çanlı ve Dumanlı. Kim bilir buralardaki buruk yalnızlığa kimler nefes verdi. Kimler soluklandı buralarda? Yol kenarında hâlâ izlerini gördüğümüz külünklere kimler omuz verdi? Ne hayaller kuruldu buralarda? Yavuklusunu düşünen delikanlılar geçmedi mi bu yollardan? Başlarında yaşmağı türküler söyleyen kızların sesleri çağıldamadı mı su kenarlarında?
Bütün bunları düşündüm. Hepsinin hüzün ve sevincine ben de eşlik ettim. Çoban ateşleri yandı içimde. Sevda yangınlarına tanıklık ettim. Dahası, çocuk yaşta kaybettiğim iki çift koyunu bulmanın sevincini yaşadım bütün bunlar akarken içimden.
Bir yayla zamanıydı. Ve biz yaylaya çıkamamış, köyde kalmıştık. Sürü halindeki davarı gütmek, bir iki koyunu gütmekten her zaman daha kolaydır. O gün de öyle oldu. İşin aslı şöyledir. Yanında sürü değil de bir iki koyun varsa, onu işten saymazsın. İstersin ki, sen işlerini yaparken onlar da bir köşede kendi halinde yayılsın dursun. Ama öyle olmaz. Yayla vakti koyunların gözü hep yayla taraflarındadır. Yayla çeker onları.
Koyunlar kayboldu. Aynı yaz iki koyun daha kaybolmuş ve bir daha asla izlerine rastlanmamıştı. O gün de kayboldular. Hava sıcak. Yaz sıcağı yiyen arazi çatır çatır kurumuş. Toprak bile alev alev. O tür havalarda davar kürneyerek gider. Gözlerim bütün araziyi tarıyor. Etraf alabildiğine tenha! Bir mücevheri arar gibi bakıyorum etrafa. O hızla evden ne zaman çıktım, Paşalan’a ne zaman vardım bilmiyorum.
Nihayet, Çanlı’dan gelen suyun ayağında, karşı taraftaki kayalıkların gölgesinde serinleyen iki hayvanı zar zor seçebildim. Kırsalda öyledir. Bir yitiği, hele hele bu bir hayvansa; bir yitiği bulmak her şeydir. Dünyalar benim oldu. Önüme kattığım gibi doğru köye.
-İmdi, ben orayı unuttum mu?
-Unutmadım.
-Oralara gittiğimde ne aradığımı sanıyorsunuz?
-Kendimi.
Bir an irkildim. Kimdi konuşan? İçimdeki o ses de neydi? Evet, o ses; o ses, hiç kesilmedi. Bazen belli belirsiz, bazen bir gölge gibi hep takip etti beni.
-Üst üste katlanmış, birbiri üstüne yığılmış kaç ben var bende? Hiç düşündün mü bunu?
…
Düşünmemişti. Ama işte bugün düşünüyordu? İnsan neleri düşünmezdi ki! Akıl da öyleydi. Su gibi akar, her şekle girerdi.
Kendi kendini arayan adam! Ne tuhaf değil mi?
Bildiğimiz benin uzamı bedenimiz. O kadarını biliyoruz. Ya diğer benin, onun uzamı neresi? Hatıra, Farsça “hatır” kelimesinden gelir ki, gönül manasındadır. Demek ki, onun mekânı da orası.
Ne demişti Yunus?
“Gönül Çalab'ın tahtı,
Çalap gönüle baktı…