Gulyabani, romancıya yaşlı bir hanım okuyucusu tarafından cinlerle, perilerle ilgili giz dolu şaşırtıcı serüvenler anlatması ricasıyla gönderilmiş bir mektup ile başlar. Yazar bu mektuba o güne değin ne dev, ne gulyabani, ne çarşambakarısı gördüğünü, böyle şeylerle karşılaştığını ileri sürenlereyse, yalan söylemeyecek kimseler de olsalar, inanmadığını söyleyerek cevap verir ve ekler:
“teknik ve ciddi bilim adamlarının tenkitlerini ve azarlamalarını çekmeksizin sizi manevi alemin kendimce olan sırlarında dolaştırdıktan sonra gene madde dünyasına döneceğiz. Roman, bir gariplik toplamı olmakla birlikte yirminci medeniyet yüzyılının zihinler için seçtiği akla uygun sınırlar içinde son bulacak. (...) Bazı sayfalarda eğer çarpıntınızın şiddetinden tandır mangalını devirmez, ya da bozayı üstünüze dökmezseniz her türlü paylamanıza razıyım.”1
Hüseyin Rahmi Gürpınar, kurgunun bir parçası olarak esere dahil ettiği bu mektuplaşma ile boş inançlara karşı yapıtında hangi tutumu takınacağını belli eder. Böylece eserinin telif sebebini de belirtmiş olur.
Mektuplaşmada dikkati çeken bir diğer önemli nokta ise; ilk gotik roman örneğini veren Horace Walpole’un, Otranto Şatosu adlı eserinin önsözünde ortaçağ romansları ve romanın sentezi olacak yeni bir türün peşinde olduğunu belirtmesini anımsatırcasına, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “ masalı şimdiki romanlar derecesine
çıkarmaya, yahut romanı – özünü değiştirmeksizin – masal derecesinde sadeleştirmeye uğraştım. Meydana şu eser geldi.” demesidir. 2
Roman günümüzden geçmişe dönerek Muhsine isimli yaşlı ve hoşsohbet bir hanımın ağzından anlatılır. Berna Moran’a göre Gulyabani “okuru meraktan kıvrandırmak, korkuyla titretmek amacıyla yazılmıştır. Onun için roman, korkularını, heyecanlarını canlı bir şekilde anlatan ve okuru da kendisiyle birlikte ürperten Muhsine Hanım’ın ağzından anlatılmıştır.”3
Birinci tekil şahsın ağzından anlatılan romanda kendini kahramanla özdeşleştiren okur etkin konumda olduğu için eserin korkutuculuğunun ve bunun yanında ironik gücünün arttığı gerçektir.
Mektuplaşma kısmının ardından Gulyabani’nin gotik unsurlarla bezeli hayal dünyasına girilir. Kocasının ölümü üzerine genç yaşında dul kalan Muhsine Hanım, geçimini sağlamak için aile dostu bir hanımın önayak olmasıyla İstanbul’un oldukça uzağında, ıssız bir yerde kurulmuş olan Yedi Çobanlar Çiftliği adındaki konağa hizmetçi olarak gider. Muhsine Hanım’ı oraya götüren arabacıya göre konak, çiftliğin sahibi Hanımefendi’nin perilere karışıp çıldırdığı; cinlerin, perilerin cirit attığı; eski mezarlığından Gulyabani’nin çıktığı, çalışmaya giden hizmetçilerden hiçbirinin sağ çıkmadığı esrarengiz olayların yaşandığı bir yerdir.4Bilindiği gibi, gotik edebiyatın en belirleyici özelliklerinden biri mekana dayalı olarak oluşturduğu ürpertici atmosferdir. Gulyabani’nin henüz başında anlatıya dahil edilen esrarengiz mekan, okura gotik bir eserle karşı karşıya olduğunu gösterir. Ancak, dikkatler bu noktaya toplanıp, gotik merkezli bir okuma yapıldığında mekan unsurunun yeterince işlenmediği görülür. Gürpınar, olayın gerilimini arttırmak için iç ve dış mekan tasvirlerine başvurmuşsa da korkuyu besleyen özellik mekandan çok olay örgüsü olmuştur.
Konağa vardıklarında Muhsine, Çeşmifelek Kalfa ve Ruşen Kadın’la tanışır. Konağın bu emektar hizmetlileri Muhsine’ye ağzını sıkı tutmasını, fazla meraklı olmamasını, konakta yaşayan Hanımefendi dahil olmak üzere hiçbir konuda fazla soru sormamasını ve kendisine verilen görevleri harfiyen yerine getirmesini tembih ederler. Çeşmifelek ve Ruşen sürekli cinlerden, perilerden bahseden, onların verecekleri zararlardan korkarak batıl çareler uyduran kişilerdir. Hüseyin Rahmi, bu kişileri kurgularken halkın batıl inançlarından ustaca faydalanmıştır. Ruşen’in Muhsine’ye cinler ve perilerden korunması için yapması gerekenleri öğütlediği bölümde bu durum açıkça görülür:
“Mavili esvap giyme. Uçkurunu Kıble’ye karşı bağlama. Kuşağını kördüğüm etme. Yatağını duvar kenarına yapma. Akşamları saç örgülerini çöz. Gözlerini birbiri üstüne yedi defadan fazla kırpma. Seni korkuttukları vakit ayak başparmaklarının tırnaklarını birbirinin üstüne sürt. İki elinle kulaklarının memelerini tut. Bir demir bulabilirsen üzerine bas. “Emret ey Cin! Hazırım” diye bağır.”5
Muhsine konakta kaldığı ilk gece ve sonraki gecelerde yüksek sesle söylenen saçma sapan sözler işitir, karanlık bahçede dolaşan garip yaratıklar görür. Bir gece merakını yenemez ve tüm korkusuna karşın gelen seslerin ne olduğunu anlamak için köşkün iki dairesini birbirine bağlayan geçide gider. Bu bölüm gotik eserlerdeki mekan-korku ilişkisini örneklemektedir:
“Düşündüm, düşündüm... Bütün damarlarımda kaynayan o kuvvetli merak duygusunu yenemedim. Köşkün iki dairesini birbirine bağlayan bir geçit vardı. Elimde şamdanla oraya yürüdüm. Her adımımda belki on desturla sonuna kadar gittim. En sonunda önüme bir kapı çıktı. Yokladım, sımsıkı kilitliydi. Kulak verdim. Bir şey duymadım. Geri döndüm. Demin gördüğüm odanın yanında bir oda daha vardı. Odanın kapısını karıştırdım, açıldı. Ama bana edilen tembihlere göre buraya girmek kesinlikle yasaktı. Şamdanı içeriye tutarak başımı uzattım: Bomboş, tozlu koca bir oda... Bir “Tur-u kuşiyye” duası daha okuyarak bütün cesaretimi topladım. Zaten ben bu cinler evinde ya çıldıracaktım ya da bir gün perilerin kızgınlıklarına uğrayarak geberecektim. Kokulu otlarımı serpe serpe içeriye girdim. Ne peri vardı, ne cin... Besbelli bana oyunlarını sonradan oynamak için ses çıkarmıyorlardı. Bütün gücümü kulaklarıma topladım. O ses işitiliyor, şimdi daha açık ve yakından geliyordu. Dinledim. Hep önceden işittiğim saçmalara benzer şeyler. Bu ses, köşkün hangi derinliklerinden geliyordu? Cesaretimi biraz daha ileriye götürerek bir pencereye yaklaştım, mumu yere bıraktım. Camın kanadını açtım, bahçeye baktım. Bahçeyi ortadan ayıran yüksek duvarın üstüne bakan bir odada olduğunu anladım. Ortalık yeni ayın ışığıyla şıkır şıkır. İri ağaçlar heybetli. Adeta korkulu görünüyorlardı. Orta katta bulunuyordum. Görebildiğim kadar, köşkün ön tarafına bir göz gezdirdim. Şimdiye kadar içini görmemiş olduğum bu bölme bahçe pek esrarlı bir yer.”6
Yukarıdaki bölüm dışında Muhsine’nin konağa geldiği gün “Taşlığın kapısına doğru koştum. Sımsıkı kilitli buldum. Alt katta her tarafın pencereleri kalın, sık demir parmaklıklarla örtülüydü. Kaçmanın olanağı olmadığını gördüm. (...) Artık akşam oluyordu. Dört duvarlarla çevrili bahçeye baktım. Rüzgarla oynayan ağaçların gölgeleri bile esrarlı birer hayalet gibi bana korku veriyordu. Oda loşlaştıkça çevremi kuşatan bütün eşyalardan, her şeyden, minder üzerinde yatan kara kediden bile korkuyordum.”7sözleri ile betimlediği ürperticilik ve
“(...) benim o zamana kadar girmemiş olduğum o gizli iç bahçeye çıktık. Ay, yüzyıllar görmüş ağaçlara bol bol ışık dökmüş, içinde bir kurbağa vaklaması işitilen büyük havuzun yeşil suları ay ışığına karşı bir ayna gibi parlıyor, duvar kenarlarını tümüyle gözlerden gizleyen ağaçların korkutucu gizlilik dolu gölgeleri yüreklere korku salıyordu.”8
paragrafı, eserde mekan-korku ilişkisini örnekleyen bölümlerdendir.
Gulyabani’de düğüm cinlerin ve perilerin varlığından şüphe etmeyen Muhsine Hanım’ın konakta yaşananların gerçekliğinden kuşkulanan ve işin iç yüzünü ortaya çıkarmaya karar veren Hasan adlı gençle tanışmasıyla çözülmeye başlar. Görülür ki, vuku bulan esrarengiz olayların kaynağı cin, peri, gulyabani gibi varlıklar değil; konağın sahibi Hanımefendi’nin aklının yerinde olmadığını kanıtlayarak bütün malının üstüne konmaya çalışan yeğenleri ve onlara yardım eden köşkün çalışanlarıdır. Bütün köyün gözü önünde aydınlığa kavuşan bu meselenin arından köşkte her şey normale döner, suçlular hükümete teslim edilir. Hasan ve Muhsine konakta yapılan bir düğünle evlenirler. Hanımefendi ölene kadar Muhsine ve Hasan’ın yanında kalır.
Romanın sonlanış şekli Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın telif amacına uygundur. Yazar, doğaüstü gibi görünen olayları açıklığa kavuşturarak yaşananların aldatmacadan başka bir şey olmadığını gözler önüne sermiştir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi okuru etkilemek ve belli bir dünya görüşünü savunmak için yazan Gürpınar, Berna Moran’ın yorumuyla, halk bazında boş inançların hüküm sürdüğü yıllarda böyle bir roman yazmakla “Batı’nın maddeci pozitif düşüncesini ülkesine aktarmaya, halkın gözünü açmaya ve cinlere, periler, fala, bakıcılığa olan inançların kırmaya” ve “Osmanlı/İslam ideolojisindeki dinsel öge yerine Batı düşüncesindeki maddeci ve pozitivist ögeyi” yerleştirmeye çalışmıştır.9
Gulyabani’de kullanılan korkuya dair ögeler, doğaüstü varlıklara olan inancın alaya alınması için birer araçtır. İronik yanı ağır basan romanın, korkudan çok mizaha yakın durduğu söylenebilir.
1 Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, İstanbul, Özgür Yayınları, 2005, s.26.
2 a.e., s.25.
3 Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, C. III., İstanbul, 1998, İletişim Yayınları, s.65.
4 Gürpınar, a.g.e., s.35-36.
5 a.e., s.47.
6 a.e., s.58.
7 a.e., 42-43.
8 a.e., s.105.