Edebiyat sanatının vazgeçilmez temel taşlarından biri eser, diğeri de yazardır. Eser kendi kendine var olmaz; çok geniş ve çok yönlü bir çevre ile kuşatılmış olarak yaşayan ve yazdıklarını bu çevreye ait ayrıntılardan her birinin değişik oranda katkı ve yönlendirmesi ile ortaya koyan bir "insan" tarafından meydana getirilir. Bundan dolayı, edebiyat araştırmacılarının, yazarın estetik tutumunu ve -gerektikçe kullanmak üzere- yaşadığı hayatı belirleyici çalışmalar yapmaları gerekir. Yazarın hayatını bilmek, eserin yalnızca o hayat doğrultusunda yorumlanacağı anlamına gelmez; fakat yazarın estetik tutumunu belirlemek için bile yazarın hayatını öğrenmek zorunda kalabiliriz.
Hiçbir edebî eser yalnızca kendisinden ibaret değildir.1Edebî eserin -meselâ iyi bir şiirin- "kendisi olmak" ve "kendi kendine yetmek" gibi bir meziyete sahip bulunduğu, bu yüzden yalnızca kendisine yönelik bir inceleme-araştırmanın da yeterli olacağı ileri sürülebilir. Böyle bir kabul -ilk bakışta- yanlış da değildir. Meselâ Yapısalcılar, edebî eserin artzamanlı (diacronique) değil de eşzamanlı (syncronique) olarak incelenmesi gerektiğini düşünürler. Artzamanlı inceleme, tarihe, yazara ve dış gerçekliğe gidilmesini gerektirdiği halde, eşzamanlı inceleme buna gerek görmez; edebî eseri (yapıyı) oluşturan unsurların birbirleriyle olan bağlantılarının ortaya çıkarılmasını esas alır. Oysa, bir edebî eser, hiçbir zaman yok sayılamayacak birçok çevre unsurunun derece derece ifa ettiği etkilerden sonra -hattâ o etkiler sayesinde- meydana gelir.
Meselâ, eserin üslûbu üzerinde yapılacak bir çalışma, orada kullanılan hemen her kelimenin anlamını yazar-eser bağlantısı içinde incelemeyi -neredeyse- kaçınılmaz hâle getirir. Çünkü, "üslûp ferdîdir; kaynağını yazarın mizacından ve tecrübesinden alır. O, yazarın gizli ve şahsî mitolojisine uzanan, kendi kendine yeten bir dildir. Yazı ise kollektif karakterlidir, sanatçının içinde yaşadığı kültürden kaynaklanır."2Madem ki edebî eser (yazı+üslûp=eser olduğu için) kollektif karakterlidir ve yazarın gizli mitolojisine uzanır; o zaman, bu unsurların araştırılması ihmal edilemez. Çünkü, yazarın gizli mitolojisini kavramanın ve bu kavrayış ışığında üslûbunu çözmenin başka bir yolu bulunamayabilir.
Üslûbun teşekkülü, yazarın estetik eğilimiyle, yaşadığı hayatla çok yakından ilgili olduğu gibi, hayatı algılayış tarzıyla da ilgilidir. Edebiyat araştırmacısı bu "ilgileri" değerlendirmek zorunda bulunduğuna göre, yazarın hangi kelimeleri niçin seçtiğini, onları neden öyle ve orada kullandığını da tesbit etmelidir.3
Yukarıdan beri söylediklerimizi, kelimelerin kullanılışıyla ilgili problem yaşanan ve bu problemin bizzat şair tarafından -uzun bir süre sancısı çekildikten sonra- çözüldüğü bir şiir üzerinde durarak, açabiliriz:
Yahya Kemal, Rindlerin Ölümü adlı şiirinde;
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.
diyor. Şair, üçüncü mısradaki serin serviler tamlamasını önce siyah serviler şeklinde kurmuş4, fakat bunun şiire tam olarak uymadığı düşüncesiyle, siyahın yerine daha uygun bir kelime aramıştır. Aslında, yalnızca dış görünüş esas alınır veya geleneksel ölüm-siyah bağlantısı düşünülürse, tamlamadaki siyahın şairi rahatsız etmemesi gerekirdi5. Kelime, vezin açısından da serin ile aynı değerde olduğundan6, şiirin ritmik yapısında da pek bir kayıp meydana gelmemektedir.
Ancak, şiirde, rindâne bakış açısına sahip bir insan söz konusudur ve ölüm, onun bakış açısıyla yorumlanmaktadır. Rind7, ölümü âsûde (rahat, huzurlu, ferah) bir bahar ülkesi olarak düşünüyor. O, öldükten sonra bile gönlü tüten, gönlü ölmeyen bir adamdır. Servilerin gölgesinde, her seher açan gülleri görüp koklayarak, her gece öten bülbülleri dinleyerek yaşayan bu adam için, ölümün rengi siyah değil, serindir. Buna bağlı olarak, rindin mezarını gölgeleyen servilerin de -dış görünüşleri ne olursa olsun- siyah olmaması gerekir. Serin kelimesi, gece serinliğini ifade etmesinden çok daha fazla iç serinliğini, ferahlığı, hafiflemeyi ifade ediyor. Öyleyse, her gece bir bülbülün öttüğü, her seher bir gülün açtığı, gönlün yıllarca buhurdan gibi tüttüğü (rindâne ve âşıkane duygularla kaynadığı) bir bahar ülkesine serin daha çok yakışmaz mı?...
Dikkat edilirse, eserin içine yönelttiğimiz dikkat, bizi, ister istemez dışarıya da yönelmek ve eserin arkasındaki şahsiyeti (yazar olsun, onun kendi yerine koyduğu başka biri olsun) tanımak, hattâ kavramak ve onun estetik tavrının sebeplerini araştırmak zorunda bırakıyor. Edebiyat araştırmacısının zorluklarından biri, eserden yazara, yazardan esere; eserden çevreye, çevreden şahsiyete doğru sürekli gidip gelmek ve öyle çalışmak zorunda kalışıdır. Fakat bu, aynı zamanda, önemli bir avantaj da sayılır: Yahya Kemal'in bir kuyumcu titizliğiyle kelime seçme anlayışı, onun estetik tutumunu oluşturan dış şartlardan habersiz kalarak nasıl -veya ne kadar- izah edilebilir?
Prof.Dr. Saadettin YILDIZ
---
1Edebiyat teorileri içinde eseri odak noktasına koyarak, yazarın hayatını veya onu yetiştiren çevre şartları ile eserin arkasındaki tarihî zemini ihmal edenler de vardır. Özellikle "yapısalcı inceleme metodu" ile "fenomenoloji metodu" bu tarz bir tutumu benimsemede ısrarlı görünmektedir. Ancak, her edebî eserin, bir kendi sınırları içinde kaldığımız zaman da görebildiğimiz yüzü bulunduğu gibi, bir de etrafıyla birlikte ortaya çıkan, perde gerisindeki cephesinin de var olduğundan şüphe edilemeyeceğine göre, eserin incelendiği yerde yazarın da dikkate alınması gerektiğini ileri sürebiliriz.
2Prof. Dr. Şerif Aktaş, Edebiyatta Üslûp ve Problemleri, s. 58
3Bir edebî metinde -tabiî, özellikle şiirde- kelimelerin kullanılış tarzı (anlam) kadar kullanılış yeri (istif) de önemlidir. Çünkü, kelime, önünde veya arkasında yer alan kelime değiştikçe muhtelif nüanslar kazanır. Başka bir deyişle, edebî metindeki kelimelerin asıl anlamı, komşularıyla olan bağlantılarına göre ortaya çıkar.
4"Yahya Kemal de daha iyiyi, daha mükemmeli yakalayabilmek için, kimi dizeleri üstünde aylarca, hatta yıllarca durur!... Nitekim 'Rintlerin Ölümü'nde: 'Ve serin serviler altında kalan kabrinde' dizesindeki 'serin'i önce 'siyah' olarak dizeye yerleştirir!... Fakat gerek ritm, gerekse anlam bütünlüğü bakımından, bu dize bir türlü içine sinmez!... Ve ancak, uzun bir süre sonra 'serin' aklına geliverince, şiirinin tamamlandığına inanır!..." (Sermet Sami Uysal, Şiire Adanmış Bir Yaşam: YAHYA KEMAL BEYATLI, Yahya Kemal'i Sevenler Derneği Yayını, İstanbul, 1998, s.348
5Fakat Yahya Kemal, en uygun kelimeyi (veya ibareyi) buluncaya kadar arayışını sürdüren, titiz bir şairdir. Onda, şiirin oluşma (tekevvün, genése, doğuş) devresi çok uzun sürer. Birçok şiirini, son şeklini bulmak üzere, çok uzun süre beklettiği ve uygun olanını bulduktan sonra değiştirdiği, bilinen bir husustur. Bu titizlik, çok önemli bir estetik kabule dayanıyor: "... şiir insanın ruhunda da azdır. Pek az yer tutar ve zaman zaman belirir.İyi şair o anı işleyendir. Mesela ben bir şiiri hazırlarken günlerce ararım. Bulamam. Fakat bir an olur, bir de bakarım ki kelime kendiliğinden geliverir;günlerce, âdeta ıztırap çekerek aradığım kelime dudaklarımdan dökülüverir." (Şevket Rado, "Nasıl Şiir Yazardı?", Hilmi Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Yahya Kemal, İlâveli 3. basılış, İstanbul, 1958, s.211- 212)
6Hattâ bu iki kelimenin, anlamı vurgulamak, okuyuşu süslemek gibi maksatlarla "serîn" ve "siyâh" şeklinde uzatılması hâlinde de aralarında vezin bakımından önemli bir fark doğmamaktadır. (Tabiî, Yahya Kemal gibi bir şairin, serîn seviler altında... ifadesindeki akışı fark etmemiş olması düşünülemez. "n" sesinden "s"ye geçişin, "h"den "s"ye geçişten daha kolay ve daha âhenkli olduğu, erbâbınca kolaylıkla fark edilir.
7Bu şiirdeki "rind"in Şirazlı Hâfız (1320-1389) olduğuna dair görüşler vardır (Meselâ: Bk. Yard. Doç. Dr. Mustafa Özbalcı, Yahya Kemal'in Duygu ve Düşünce Dünyası, Samsun, 1990, s.86). Şairin, Şirazlı Hâfız ve onun kabrini hareket noktası olarak aldığı doğru olmakla beraber, "rind"in bir mizacın sembolü haline geldiğini, rind-meşrep insanları ifade ettiğini unutmamak gerekir. Bu hususa şair Beşir Ayvazoğlu daha farklı yaklaşmakta ve şöyle demektedir: "Her ne kadar Hafız'dan ve Şiraz'dan söz ediyorsa da, Yahya Kemal, 'Rindlerin Ölümü'nde de İstanbul'u ve İstanbul'un toprağına karışmış aziz ölüleri anlatmaktadır." (Beşir Ayvazoğlu, Güller Kitabı; Ötüken Yayınları: 240, İstanbul, 1996, s.238