1945 yılında, Sarıkamış-Kars yolunda, bir tepe üstünde nöbet bekleyen bir Türk askerinin, işsiz bir abide gibi ufukları gözetleyen vakur hâli karşısında, tepeden tırnağa heyecan kesilip:
Köyde düşünceli, cenklerde şensin
Yerlerde, göklerde, kalblerde sensin
Bir baştan bir başa tarihim sensin
Ah arslan Mehmedim! Arslan Mehmedim!
destanını bir çırpıda terennüm edecek kadar usta bir şairdir.
1950 de yayınlanan kitabına isim olarak verdiği “Yurdumun Dört Bucağı” şiirindeki:
Sevinci çiçek açmış, dertleri kor içimde
Yurdumun dört bucağı sarmaşıyor içimde
mısralarıyla, Anadolu’yu öyle bir bağrına basıyor ve içine sindiriyor ki...
Şair Şükûfe Nihal’le tanışmasını anlatırken diyor du ki: 1930 yılında da Ankara’da çok güzel günler geçirdik. O yaz Ankara’da Türkçe-Edebiyat öğretmeleri kongresi vardı. Cebeci’deki Konservatuvarda kalıyorduk. Hep şair arkadaşlar, özellikle Ahmet Kutsi ile Behçet Kemal merhumlar yanımızdan ayrılmak istemezlerdi. Ve zannederim, kıymetli şair Ahmet Kutsi de Nihal’e bir miktar tutkundu.
Konservatuvarın yakınından bir ince su geçerdi. İç avluda da bir güzel havuz vardı. İkimiz de dereyi ve bu havuzu çok severdik. Nihal’in: yazdığı zaman pek çok sevilmiş övülmüş olan “ Su” şiirinde bu güzel suların etkisi, ilhamı vardır:
O su bir sır gibi mırıldanırdı
Koynunda bir sarı al yıkanırdı
Bizi Leylâ ile Mecnun sanırdı
Akşam gölgesinde çağlıyan o su.
Buradan da anlaşılıyor ki Halide Nusret, yıllarca sonra yazdığı:
Uzaklarda bir su çağlar
Çağlar dumanlı dumanlı
Gözümde hep eski çağlar
Çağlar dumanlı dumanlı
mısralarında, belki de o tatlı hatıralarını dile getirmek istemiştir.
Ben, onu ilk olarak 1957 yılının, tatlı bir bahar gününde tanımıştım. O yılın 18 Mayıs günü Kayseri-Orduevi’nde düzenlediğimiz “ Edebiyat Matinası” için, Arif Nihat Asya, OsmanlI Attilâ, Mehmet Çakırtaş, Ahmet Tufan Şentürk ve Hüseyin Çolak Yurdabak gibi şairlerimizle birlikte, kendisini de Kayseri’ye davet etmiştik. Teklifimizi engin bir tevazu ile kabul etmiş, öteden beri Kayseri’ye karşı bir sempati ve özlem duyduğunu belirtmişti. Edebiyat Gecesi'nde; Erciyes için yazdığı:
Önce Uzak ufukta bir beyaz çizgi vardı
Sonra yaşlı gecenin beti-benzi ağardı...
Etrafını sarmıştı tepeler ordu ordu
Hepsi de baş eğmişti seni selâmlıyordu
Damarında çağlarken yurdumun asil kanı
Ey bu sıra dağların ak yeleli arslanı
Ben de bin selâm verdim toprağına ta'şına
Gözümün ışığından çelenk ördüm başına..
şiirini büyük bir heyecanla okuduğu zaman, salonu dulduran dinleyiciler, emsalsiz bir tezahüratla alkış tufanına tutmuşlardı. O gece Vali Ahmet Kınık ve eşi Nilüfer Kınık’ın arzusu üzerine Vali Konağında misafir kalmıştı.
Türk Edebiyatına kazandırdığı “ Git Bahar” , “ Gel Bahar” gibi meşhur şiirlerine “ Bir Başka Bahar’“ ı da ekleyen ve 10 Haziran 1984 günü aramızdan ayrılan Zorlutuna:
Tatsız bir dünya bu, yokuşlar bitmiş
Bir başka döndürücü iniş, hep iniş
İçimde bir garip hal, bir yitiriş
Bu bahar başka bahar, besbelli...
mısralarını terennüm ederken, artık tadı-tuzu kalmayan bu dünyadan, başdöndürücü bir inişle uzaklaşıp, sonsuz aydınlıklara, bir bahar günü göç edeceğini acaba biliyor muydu?
Allahın ebedî vuslat ve rahmetine ermenin özlemini duyduğu yıllarda; müşfik bir anne gibi “ ecel’’i dâvet eden şiirindeki şu imâna ve gönlünden taşan duyguların yüceliğine bakınız :
Müşfik bir anne gibi, seven bir eş gibi gel
Karanlığın üstüne doğan güneş gibi gel;
Al beni, götür beni sonsuz aydınlıklara!
Abdullah SATOĞLU
Milli Kültür Dergisi