Dostu da düşmanı da onun çok yüksek bir karaktere sahip olduğuna inanıyor. Bir ahlâk nümunesi, bir fazilet âbidesi.... İnancını sonuna kadar yaşayan, ilkelerini ardına kadar savunan, doğru bildiklerini dobra dobra seslendiren bir inanç, fazilet ve ülkü adamı... Günlük hayatında karıncayı bile incitmeyen bu çelebi insan Türk milletinin en çok sevdiği, en fazla bağlandığı bir sanat öncüsü ve idealisti...
Onu en iyi tanıyanlardan ve en iyi anlatan eseri yazan Midhat Cemal Kuntay, üstadın bir çok vasfını bir kaç satırda şöyle hülâsa ediyor:
“Boğaziçinde yüzme yarışı kazanan, Çatalca’da güreşen, Veliefendi çayırında adım atlayan, İbnülfâriz’i bilen, Dağıstanlı Hoca ile Kitabülkâmil’i hasbıhal eden, Musa Kâzım Efendi ile Bedrettin’in Varidat’ını okuyan, sonra Emile Zola’nın romanlarında, insan yığınlarını idare kudretini seven, Halkalı’da ineklerin karnından Trocar ile su alan, Aruz’un orkestrastyonunu yapan Âkif, kendi kendine kaldığı zaman nısfıye de üflüyordu.”1
Türk milletinin tarihe yazdığı unutulmaz destanı İstiklâl Marşı ile dile getiren Âkif, Safahat adlı âbide eseri ile milletimizin sosyal portresini çizmiş, fazilet ve noksanlıklarımızı bütün açık sözlüğüyle dile getirmişti. Millî Mücadele’nin isimsiz kahramanlarından. Cami kürsülerinden, kahve toplantılarına, meclis salonlarından dergâh sohbetlerine kadar her yerde ve her zaman hakkı, hakikati ve doğruyu anlattı, savundu. Zaferin kazanılmasından sonra Mısır’a gitti. Ölümünden kısa bir süre önce 1936’da yurda döndü. Dönüşünde gazeteciler, hayranları ve dostları tarafından büyük heyecanla karşılandı. Beyoğlu’nda Mısır Apartmanı’na yerleşti. Onu sevenler sık sık kendisini ziyaret etti. Âkif, âdeta hepsiyle vedalaştı. 27 Aralık 1936 tarihinde sirozdan vefat etti.
Mehmet Âkif’in cenaze töreni yapılmak istenmez, geçiştirilmek istenir. Sessiz sedâsız bir şekilde toprağa verilmeye çalışılır. Ne var ki İstiklâl Marşı şairini binlerce, on binlerce genç, mübarek makberine el üstünde baş üstünde götürür ve mukaddesat düşmanlarına haddini bildirir.
O günleri yakından gören ve gelişmeleri merakla takip eden Taha Toros, Altı Renkli Portre’de bu kederli hikâyeyi şöyle yazacaktır:
“Mehmet Âkif’in cenazesinde, yürekleri sızlatan, iki türlü hüzün vardı. Biri, İstiklâl Marşı şairinin aramızdan ayrılışı, diğeri resmî makamların ilgisizliği. İkincisinin burukluğu, birincisini gölgede bıraktı. Hükümet, Mehmet Âkif için, hiçbir tören düşünmedi! Hatta düşünenlere sırtını çevirdi!
Ama, ölüleri saygı ile toprağa vermenin, onları hayırla yâd etmenin kutsallığını içten duyan üniversite gençliği, şuurlu davranışlarıyla, bu eksikliği gidermeye çalıştı. Beyazıt Meydanı’nda Türk bayrağına sardıkları İstiklâl Marşı’nın şairinin tabutunu, arabayla değil, eller üstünde omuzlayarak Edirnekapı Mezarlığı’na kadar götürdüler. Mezarı başında hep bir ağızdan söyledikleri İstiklal Marşı, o gün bambaşka bir heybette idi. Bu suretle üniversite gençliği İstiklal Marşı şairine lâyık bir cenaze töreni yapmış oldu.”2
Âkif, Edirnekapı’daki Şehitlik’te bir bahçeye konarcasına toprağa verildi. Hem zaten Yahya Kemal “Rindlerin Ölümü”nde, mezarı müminler için bir bahçeye benzetmiyor muydu:
Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şîrâz’ı hayâl ettiren âhengiyle.
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.
Mehmet Âkif samimiyetin sembolü olmuştur. Dürüstlüğün,tevazuun, mahviyetkârlığın, efendiliğin timsali sayılmıştır.
O, kendisi için değil, milleti için yaşamış bir yüksek ahlâk numunesiydi. Bir çok şair ve yazarımızın ailesinin başına gelen talihsizlikler onun da çoluk çocuğunun yakasını bırakmaz ne yazık ki. Çocuklarının sefalet, parasızlık ve yoksulluk içinde öldüklerini bilmeyen yok her halde. Hâlbuki, batıda Âkif çapındaki bir dehanın yedi sülâlesi saltanat içinde yaşar, yaşatılır. Ne diyelim? Bu hazin tecelli de münevverlerimize toplum olarak revâ gördüğümüz muamelenin bâriz ve acıklı bir örneğidir ne yazık ki.
Çetin Altan, gazetedeki köşe yazısında Âkif’in oğluyla tanışmasını şöyle dile getirir: 3 “1962 yılında Milliyet’teki odamda otururken, kapı vuruldu; içeri tıraşı azıcık uzamış, kravatı çözülmeden çıkarılıp takıldığı için, neredeyse siyahımsı ince bir bez parçasına dönüşmüş, aşırı mütevazı giyimli, efendiden biri girdi...
Azıcık boynu bükük: - Bendeniz, dedi, Mehmet Âkif’in oğluyum...
Hemen ayağa fırladım, elini sıktım:
- Buyurun oturun lütfen, dedim.
Ama o oturmadı. Kırık dökük bir sesle:
- Bir yirmi lira rica edecektim, dedi.
Bir süre sonra da Beşiktaş’taki bir çöp bidonunda bulundu ölüsü... Gazeteler iç sayfalarında küçük bir haber olarak duyurdular,
Mehmet Âk if’in oğlunun, Beşiktaş’taki bir çöp bidonunda ölüsünün bulunduğunu...” Edebiyat araştırıcısı Tahsin Yıldırım ise yaptığı araştırmada merhumun Edirnekapı’da bir kamyonetin karoserinde ölü olarak bulunduğunu söylemektedir.
Kaynak : E d e b i y a t ı m ı z d a H ü z ü n / M e h m e t N u r i Y A R D I M
Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Âkif, Timaş Yayınları, İstanbul 1997.
Taha Toros, Altı Renkli Portre, İsis Yay., İstanbul 1998, s. 57.